“Ana”lar vardır zamanın önünde kale surları gibi dururlar. Hiçbir şey onları yıkamaz sanırsınız. O kadar çok şey yaşamışlar; o kadar çok şeye göğüs germişlerdir ki, yaşamda artık onların sırtını yere getirecek bir şey kalmamıştır diye düşünürsünüz. Adeta Gorki’nin “Ana” romanıyla ölümsüzleştirdiği Pelage gözlerinizin önünde beliriverir.
Hüsniye Ana’mız onlardan biriydi. Dindardı Pelage gibi; bir o kadar da merak eden, soran, araştıran bir beyni vardı. Hoşgörülüydü anamız; kimseyi inancından ya da inançsızlığından dolayı yargılamaz; kendi inandığı şekilde yaşar ama kimseyi kendisi gibi olmaya zorlamazdı. Emekçi bir aileden geliyordu; daha önce bir kez evlenmiş ve kaybettiği ilk eşinden çocukları olan Abidin Amca’mızın ikinci eşi olmuştu genç yaşında. Sonraki ömrü bu çocukları büyütmek, kendi çocuklarını doğurmak ve onları da büyütmek ve bu arada eşini idare etmekle geçmişti. 12 Eylül öncesinde evleri faşistlerce kurşunlanırken o bir anne ve eş olarak hem çocuklarına hem de eşine kol kanat germişti. Cesaretli bir kadındı Hüsniye Ana’mız. Evinde her zaman devrimcileri misafir etmiş; onlara bakmış, korumuştu. Çevrenin baskılarına kulak asmadan safını hep devrimcilerin, ilericilerin yanında belirlemişti. Sınıfsal sezgileriyle devrimci çocukların her zaman iyiden, doğrudan, ezilenden, işçiden, emekçiden yana olduğunu farketmiş; onların yanında olmuştu. Tıpkı Pelage gibi...
12 Eylül faşist darbesinin bulunduğu Tokat’ın Erbaa ilçesine yansımalarını bizzat yaşamış görmüştü. Bu gerçekten zorlu süreçte de hem çocuklarına hem eşine hem de diğer gençlere kol kanat germiş; onların zarar görmemesi için elinden geleni yapmıştı.
“Ana”mızın yaşamında esas köklü değişiklik en küçük oğlu ODTÜ’yü kazanıp Ankara’ya gittikten ve bir müddet sonra da örgütlü yaşama girdikten sonra başlamıştı. Bütün çocuklarını çok seviyordu “Ana”mız; ama en küçüğün yeri ayrıydı. Küçük oğlu ilk kez gözaltına alınıp tutuklandığında “Ana”mızın içine bir kor düşmüştü; ama oğlunun peşinden o hapishaneden bu hapishaneye koşmada bir an olsun terddüt etmemişti. Küçük bir ilçede yetişmesi ve oranın bütün gerici geleneklerinin kıskacında olmasına rağmen, bu kıskacı kırmayı başarmış ve adeta oğlunun özgürlüğünü yitirmesiyle “Ana”mız özgürleşmeye başlamıştı.
Oğlu, ceza alıp daha uzak illere götürüldüğünde de oğlunun peşini bırakmadı; eşinin yanında, o olmazsa tek başına oğlunun görüşüne gitti. Bu görüşlerde hem oğlunun yoldaşlarıyla hem diğer devrimci tutsaklarla, hem de onların anne ve babalarıyla tanıştı. Bu onun duygu ve düşünce dünyasında fırtınalar yarattı. Daha da devrimcileşti ve artık oğlunun yoldaşlarına “yoldaş” demeye başladı. Hapishanelerde bu dönem gelişen açlık grevi, ölüm orucu eylemlerine destek vermek için ailelerle birlikte Ankara’ya gitti; eylemlere katıldı ve gözaltına alındı. Çok sakin bir yapısı vardı anamızın; yaşadığı her şey gibi bu gözaltıları ve baskıları da metanetle karşıladı; yaptığı devasa şeyleri normal bir şey yapıyormuş gibi yaptı.
Ve ‘96 Ölüm Orucu’nda bir zamanlar karşısında konuşmaktan çekindiği eşine “ben oğlumun ve yoldaşların bulunduğu hapishaneye yakın olan İstanbul’a gideceğim; bana engel olmaya kalkma; istersen benimle birlikte sen de gel. Gidip orada bir ev tutalım. Yok gelmezsen sen bilirsin; ben tek başıma giderim. Gider orada akrabalarımda kalırım; ama oğlumun ve yoldaşların öldürülmesine izin vermem” diyerek o güne kadarki bütün bir yaşamını bir çırpıda değiştirecek bir karar tebliğ etti. Abidin Amcamız memlekette neyi var neyi yok satarak “Ana”mızın peşinden gelmek zorunda kaldı. “Ana”mız İstanbul’a taşındıktan sonra daha da bilinçlendi; politikleşti ve her görüş günü mutlaka oğlunu ve yoldaşlarını görmek için görüşe gitti. Dışarıda da oğlunun yoldaşlarıyla bir arada oldu hep.
Aysun (Bozdoğan) yoldaşımız, çoğu zaman “Ana”mızın yanında kaldı; kendi çocukları gibi sevdi onu; karnını doyurdu, elbiselerini yıkadı. Onunla ilgili o kadar çok anı biriktirdi ki, Aysun yoldaş ölümsüzleştiğinde yapılan anmalarda vb hep onu anlattı. Sonradan yanına giden evinde kalan tüm yoldaşları da Aysunumuz gibi sahiplendi, sevdi.
19 Aralık Katliamı’nda ciddi sağlık sorunları olmasına rağmen diğer “Ana”larla birlikte zindan kapısından ayrılmadı. Yaralanan yoldaşların peşinden o hastaneden bu hastaneye koşturdu.
Cerrahpaşa Hastane’sinde kolum kesildikten sonra, ilk gördüğüm yoldaşım Hüsniye Ana’mız oldu. Elinde bir dal çiçek, kaldığım odanın önüne gelmişti ve o bir dal çiçeği bana vermek için askeri ikna etmeye çalışıyordu. Hayatında hiç yalan söylememiş kadın “teyzesiyim; şu bir dal çiçeği verip çıkayım” diyordu; ama asker Nuh diyor peygamber demiyordu. “Ana”mız aynı zamanda inatçı bir kadındı; baktı olmuyor, “peki sen ver o zaman”dedi. Asker önce şaşırdı; afalladı ama çiçeği de aldı. Asker o çiçeği getirip bana verene kadar ayrılmadı kapıdan. Ben çiçeği aldım; sevinçten, gururdan gözlerim doldu. Belli etmemeye çalıştım; bana o sevecen haliyle el salladı ve gitti. Benim aklımda “Ana”mız hep o haliyle kaldı; o çiçeği kurutup uzunca zaman sakladım yanımda sonra bir zindandan diğerine sevk edilirken, arama sırasında eşyalarımız dağıtılınca kaybettim ve bir daha bulamadım; ama hep içimde sakladım.
Geleneksel aile yapısını aşmayı başarmış, kendi içinde bir devrim gerçekleştirmiş; dindar yapısına rağmen eşitlikçi bir dünyaya gönül vermiş ve bizimle yoldaş olmuş bir kadının, bir “Ana”nın en zor zamanımızda bizim yanımızda olduğunun simgesiydi o çiçek. Pelage’nin yaşayan yüreğiydi...