İleri Haber web sayfasında Vefa Serdar'ı ve karşılaşmalarını anlatmış Ekim Nehir... Biz de aynen paylaşıyoruz:
Hayatı boyunca bir kez bile alarm sesine uyanamamış olan ben, sabaha karşı telefona gelen mesaj sesiyle yerimden fırladım: “Operasyon başladı”. Hem dürtükleyip hem de bağırarak “evi temizlememiz gerek, operasyon başlamış, kalk!” dedim Esra’ya. Artık nasıl uyuduysam ve nasıl uyandıysam, onun uzun süren kımıltısız ve haddinden fazla şaşkın bakışlarıyla kendime gelmiş olmalıyım; eyvah! operasyon başladı!
Cezaevlerinde siyasi tutsakların F tipi hapishane ve tecride karşı başlattıkları açlık grevleri 2. ayını doldurmak üzereydi. Önceki tecrübelerden ve devletin tehditlerinden biliyorduk ki, tutsaklar zorla besleme amacıyla hastanelere getirilebilir ya da herhangi bir nedenle açlık grevi sonlanmış bir tutsak “bilmeden” yanlış beslenmeye çalışılabilirdi. En kötüsü de hepimizin yaklaştığını hissettiği ama “yapamazlar, çok insan ölür” diyerek en azından zihinlerimizden uzaklaştırmaya çalıştığımız o korkunç ihtimaldi: cezaevlerine yapılacak bir operasyon. İşte bu olası durumlara karşı tüm devrimci ve konuya duyarlı sağlık çalışanlarında adı konmamış bir teyakkuz hali vardı o günlerde: Bu durumlarda hemen hastanemize gidecek ve devrimci tutsaklar getirilirse onlara gerektiği şekilde sahip çıkacaktık.
Apar topar çıktım evden, henüz öğrenci olmama karşın bu durumun tam tersine avantaj sağlamasını umuyordum. Çakılı bir görev yerim olmadığın için, acil cerrahiye gidip orada bekleyebilirdim, nasıl olsa angarya iş yaptıracakları bir öğrenciye hayır diyecek kimse olmazdı orada. Düşündüğüm gibi oldu ve tüm gün her türlü gereksiz ve saçma sapan işi büyük bir hevesle yerine getirerek gece yarısını ettim. Bu arada tüm Türkiye’de yaklaşık 20 cezaevine operasyon başlamıştı ve özellikle Bayrampaşa, Ümraniye ve Çanakkale Cezaevlerinde katliam yapıldığı haberleri geliyordu.
Artık Çapa’ya kimsenin getirilmeyeceğini düşünmeye başladığım ve gelen haberlerle döşüme canımı acıtan derin bir sıkıntının oturduğu gecenin oldukça geç bir saatinde, bir ambulans ve iki tane akrep aracına benzer askeri araç, sessizce acil cerrahinin önünde durdu. Üç hilalli ve ay yıldızlı kırmızı bandanalar takmış askerler bir ellerinde tüfekleriyle bir sedyeyi hızlıca içeriye taşıdılar. Kıdemli asistan (ki normal koşullarda asla oralarda görülmez) müdahale odasını işaret etti askerlere, onlar odaya yönelirken, ben de hemen önlerinden içeriye girdim. Sakallı, iri yarı birisiydi sedyede yatan. Sağ kolu omzunun yaklaşık 20 cm altından itibaren kelimenin gerçek anlamıyla paramparça olmuştu. Ağır hasarlı ve neredeyse kas dokusunun olmadığı bölgelerde kırık kemik uçları dışarıya fırlamış, daha az hasarlı bölgelerde ise fasyotomi denilen ve ciltle birlikte kasları saran zarların da tamamen açılarak kasların açıkta bırakıldığı cerrahi işlem yapılmıştı. Sol kolu bileğinden sedyeye kelepçeliydi. “Muayene sırasında bu askerlerin burada olmaması gerek, dışarı çıksınlar” desem, beni de anında şutlayacaklarından hiç sesimi çıkarmadım, hatta hiçbir şeye sesimi çıkarmadım. O haldeki bir hastaya “yav komünizm mi kaldı dünyada arkadaş, daha neyin davasını güdüyorsunuz” diyen o. çocuğu cerraha bile...
“Kolunun filminin çekilmesi lazım” sözünü duyar duymaz yapıştım sedyeye, askerler peşimde röntgene götürüyorum hastayı. Alt üst beyazın insanı görünmez yapmak gibi bir etkisi var. Çekim odasına gelince birisi içeriye girdi, bakındı “burada her yer kapalı komutanım” dedi, komutan olan “lan olum içeride radyasyon neyin vardır, kapıda bekleyin o zaman siz” dedi. Sedyeyi içeriye aldım, kapıyı kapadım, gözlerine baktım ve “hımm hım hım hımmm” sesleriyle Enternasyonal’i mırıldanmaya başladım. Planlamamıştım, o anda kendi kendine çıkıvermişti sesler. Önce şaşkın bir şekilde yüzüme baktı, gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı iki yanına ve o da başladı “hımm hım hım hımmm”. Bütün bunlar teknisyen gelip “hastayı alalım” diyene kadar, bir dakikadan kısa sürdü. Gözlerini ve gözlerimi sildim, gülümseyerek röntgen masasına aldım onu, gülümseyerek kolunu uzattı o da, film çekildi ve bitti.
Şimdi anımsamadığım bir nedenle ve biraz da aceleyle başka bir hastaneye sevk ettiler onu röntgenden sonra. Ve lanet olsun ki patolojik derecede kötü bir isim hafızam olduğu için daha sabahına unutmuştum ismini. Kayıtlardan bulamayıp, sonrasında süreci takip eden avukat arkadaşlar ve İHD’den de bir sonuç alamayınca birkaç ay sonra bıraktım aramayı.
***
Benim çok güzel bir dostum, yoldaşım var. Bir dolu melekenin yanında, Türkiye’de faaliyet göstermiş ve gösteren tüm sol yapıların şecerelerini, önemli isimlerini, iç ve dış tartışmalarını, önemsiz isimlerini falan her şeyi bilmek gibi bir özelliği var. Sık kullanılanlar sekmesinde sadece sol yapı, örgüt, parti ve dergilerin linkleri var diyeyim siz anlayın. 3 yıl kadar önce bu hikâyeyi anlattığımda “ben bulurum onu, hatta kim olduğunu da tahmin ediyorum” dedi. Açık söylemek gerekirse heveslendim, ama pek de ümitlendiğimi söyleyemem. Bu konuşmadan kısa bir süre sonra, konusunu şimdi anımsamadığım ve herkesin katıldığı bir eylem vardı İstiklal Caddesi’nde. Yürüyüşün ortalarına doğru sevgili dostum yanıma geldi, “gel sana bir şey göstereceğim” diyerek kolumdan tuttu ve çekiştirerek önlere doğru sürüklemeye başladı beni. Bir süre sonra durdu ve kafasıyla biraz ilerimizdeki bir noktayı işaret ederek bana döndü.
Küçük bir kortejin önündeydi ve anımsadığım gibi iri yarı ve o geceki gibi sakallıydı. Sağ kolu omzunun biraz altından kesilmişti. Şaşkınlığımı atar atmaz koşarak üzerine atladım ve sarıldım. “Sen kimsin be!” diyerek ittirdi beni. Kulağına eğildim, “hımm hım hım hımmm…”. Biraz geri çekildi, “sen o musun?” diye bağırdı ve sımsıkı sarıldı. Bir insanın 10 tane, 100 tane kolu olsa öyle sarılamazdı.
30 devrimcinin katledildiği, onlarcasının sakat bırakıldığı bir katliamın güzel bir hikâyesi olur mu? Olmaz, ama umutlu bir hikayesi olurmuş demek.
https://ilerihaber.org/icerik/ekim-nehir-yazdi-100-kollu-devrimci-27339.html