26 Ocak 2021
Sevgili Vefa Yoldaş, Merhaba!
Bu, sana yazamadığım tüm mektupların yerine geçsin isterim.
Geçenlerde Baki Yoldaş’a sormuştum, senin de Çanakkale Zindanı’ndan tanıdığın birini, “nasıl ulaşırım?” diye. Yoldaş da bana, “çok önemliyse eğer, Vefa Yoldaş’a da sorabilirsin” demişti; nasıl ulaşabileceğimi bilmediğini belirterek. Çok önemli değildi, o yüzden ben de seni böyle eften-püften meselelerle uğraştırmak istemedim... ki yazsam da ulaşamazmışım meğer...
Baki Yoldaş’tan aynı gün aldığım mektupta öğrendim, Covid-19’a yakalandığını, eşin Aysel yoldaşla birlikte. “Durumu iyi ikisinin de. Ki Vefa’yı bilirim, bir kez bile hasta olup yataklara düşmemiştir. Ama Aysel kanser tedavisi görüyordu, bizi asıl o telaşlandırdı” demişti. Ben de, karantinadan çıkmış olduğunuzu umarken, bugün aldım haberini, ölümsüzleştiğinin...
Bir şey söylemek o kadar zor ki şu an... ve elimde bir fotoğrafın var: Reşat yoldaş, Sen ve ODTÜ’den arkadaşın Mahmut Soner... üçünüz yan yanasınız. Muhtemelen Sincan’dan ve muhtemelen sen görüşçüsün.
Çok isterdim, benim de görüşüme gelmeni... bir gün... ama olmadı. Ne ben yakınlara bir yere sevk olabildim, ne de sen yoğun mücadele temposundan gelebildin. Ama görüşüme gelmen değil, iyi olmandı aslolan. Tüm yoldaşlar için derdim, düşündükçe, “iyi olsunlar da, görüşemesek de olur”.
Şimdi Karacaahmet’teymişsin, Sinan Yoldaş’a komşu olmuşsun. O’na da çok selam ve sevgiler ilet benden.
Ne zor şey, seni bir daha göremeyecek olmam gerçeğini kabullenmek... ve ben hala inanamıyorum gittiğine... Senin, uğruna binbir emek verdiğin, sağ kolunu feda ettiğin devrimi göremeyeceğine...
Yoldaşlararası ilişkilerde ben, “kimsenin kimseyi sevmek zorunda olmadığı, önemli olanın iş olduğu” yönünde küçük-burjuvaca ve meselenin ruhunu ıskalayan, dolayısıyla da, yaşamı ıskalayan düşüncemi (artık ne denli düşünce denilebilirse!) yanındayken söylediğimde, “hayır!” demiştin, biraz da şiddetle, “eğer söz konusu, benim uğruna mücadele ettiğim ve ölümü göze aldığım mücadelede emek harcayan birisiyse, sevmek zorundayım.”
O anda doğru bulmuştum bunu, ama ne yalan söyleyeyim, insan yaşamda tecrübe etmeyince anlayamıyormuş, doğru bulmak yetmiyormuş. Senin o sözü söylemenden sonraki 1-2 yılda anladım bu gerçeği. Hem düşünsene yoldaş, insan seni nasıl sevmesin? Ve senin şahsında, tüm yoldaşları nasıl sevmesin? Ruhsuz, kuru ve ipe-sapa gelmez bir söylemdi benimki... bağışla bu genç yoldaşını...
Yine bir yoldaş söylemişti, “insan sevmediği biri için canını ortaya koymaz! Yoldaşını seveceksin” diye. İnsan düşünüyor da, Sen 19 Aralık’ta, yanındaki yoldaşını sevmeseydin, kolunu kaybetmek pahasına siper edebilir miydin kendini, mermilerin, gaz bombalarının önüne? Yok... bu öyle basit bir sevgi değil; ana-baba sevgisi, abi-kardeş sevgisi gibi güdüsel bir duygu değil. Bu, binyılların mücadele bilincini edinmiş, tarihe leninistçe ad koyarak geleceğe yürüyen bir komünistin, bir savaşçının sevgisi... ve hiçbir şey onunla boy ölçüşemez Yoldaş. Ben sevmeyi asıl senden öğrendim. Ve her şeye rağmen insanı ayakta tutan da buymuş, onu öğrendim.
Yıllardır göremedim seni, elini sıkıp sarılamadım sana. Ama inan ki hep aklımdaydın.
9 Eylül 2015’teki “Kürt Halkı Yalnız Değildir” eyleminden bir süre sonra konuşma fırsatımız olmuştu seninle. Bana o konuya dair kim ne derse desin bir kulağımdan girip öteki kulağımdan çıkıyordu. Açıkcası ne yapmış olduğumun bilincinde değildim tam anlamıyla. Sonra sen, “çok önemliydi, Kürt halkının yalnız olmadığı gösterildi” demiştin. Başkasının yaptığı onca methiyeye karşın, senin bu kısacık sözün daha derin ve daha anlamlı gelmişti. Belki de sesinin tonlamasından... ama en çok da bu mücadeleye kattıklarından...
Seni görmek bile, tek başına bu bile yüreğimi ferahlatırdı hep. İnsan kayıpların ardından, yokluğa alışır ama ben senin yokluğuna hiç alışmak istemiyorum. Çünkü hep yanımda olduğunu biliyorum.
Çok ani oldu, hiç beklemiyordum. Eminim tüm yoldaşlar da bu konuda aynı duyguyu paylaşıyordur benimle.
Paylaşmak demişken... Seninle aynı idealleri paylaşmak, aynı düşleri görmek ne güzel şey, ne güzel bir duygu, ne büyük bir şeref... Ve bir gün mutlaka kavuşacağımız gerçeği az da olsa teselli ediyor insanı... Ama öyle sessizce çıkıp gelmek yok! Önce düşlerini, düşlerimizi gerçeğe çevireceğiz. Yeryüzünde tek bir yoksul kalmayana dek yürüyeceğiz. Bu olmadan gelmek yok. Çıkıp gelmek kolay olanı; ama bilirsin ki, yoldaşların kolayı sevmez, nerede zor varda oraya demirler gemisini. Bizi leninist yapan da budur. Böyle olmasaydı, gitmek sana da çok zor olurdu, ama eminim, gözün arkada kalmamıştır... kalmasın da yoldaşım. Vefalar bitmez bu dünyada... Tıpkı Denizler, Sinanlar, Taylanların bitmediği gibi... bitmedi, bitmeyecek.
Bilirsin, sen de Nazım’ı çok seversin... şimdi önümde, Nazım’ın Gabriel Peri için yazdığı şiirden bir bölüm var. artık onu sana ithafen bu mektuba eklememek için hiçbir sebep yok ve seni bu dizelerden daha anlatamaz da, başka bir söz...
“...
Pişman değildi.
902’de başlayan
ve bu sabah
941 yılı Aralık ayının on beşinde
bu sabah şafakla bitecek olanı
elden gelseydi tekrarlamak
tekrarlardı aynı yerden başlayıp
aynı yoldan geçerek
ve yine gerekirse aynı yerde bitirmek üzere.
Ve biraz kibirli bir rahatlık duyuyordu.
Kafasıyla, kitapların arısından gelmişti kavgaya
Fakat sadık kalmıştı ona namuslu bir amele gibi.”
Seni anlatmak için tek bir mektup yetmez; ki daha iyi ve daha çok tanıyanların da anlatacakları daha çok şey vardır; kuşkusuz anlatacaklardır... Bense kısıtlı bir zaman diliminde, bana bıraktıklarını anlatmak, yaşatmakla yetinemilirim anca. Ama hayır, kısıtlı bir zaman dilimi olsa da, bana çok şey kattığını söylemem gerek. Keşke daha farklı koşullarda gelebilseydik yan yana... Ve ben, burada kaldığım sürece de boşluğunu doldurabileceğimi sanmıyorum.
Yeni fark ettim, Gabriel Peri ile 80 yıl ara varmış meğer. Her devrim bir Gabriel Peri yaratır, bu coğrafyanın devrimi de seni yarattı. Ama ben, Gabriel Peri’den çok, Lenin’i kaybetmiş gibiyim, ya da Stalin’i, Dimitrov’u... (Bu arada okumamı söylediğin “Urallı Delikanlı”yı hala okuyamadım.)
Çıktığımda ilk işim, seni ziyaret etmek olacak. Zor gününde yanında olamamak çok zordu. Ve üzerine çiçeklerin açıp, kuşların her şeye rağmen öttüğünü görmek de bir o kadar zor olacak...
Zor, zor, zor... ama dedim ya, biz leninistler zoru severiz. Yoldaşını kaybetmek zor, kabirini ziyaret etmek zor, zor gününde yanında olamamak zor, mücadele zor, devrim zor... ve zor yoluyla devrim esas. Yani Leninizm varsa, aslında herşey kolay.
Yani, Leninizm’in yolunda, zorluklar gelmiyor insanın gözüne. Ne olursa olsun hep bir çaresi var.
Şimdi biz, senin uğruna yaşamını verdiğin mücadelede daha iyiyiz. Ve emekçi sınıfa bu yaşamı ve ölümü reva gören sınıflı topluma da bir o kadar öfkeliyiz....
Ama o büyük gün geldiğinde, “V-for Taburu” zaptedecek dervimimizin Kızıl Meydanı’nı... ve rap rap ayak sesleri ve kızıl bayraklar eşliğinde hep bir ağızdan diyecekler: “Zafer oradadır, neredeysek biz!”
Sen, yüreğinde ve beyninde emekçi sınıfların kurtuluşundlan gayrı bir şey olmayan büyük insan... tüm olumsuzlara, ayrılıklara ve bu ani gidişe rağmen söylemeliyim ki, seni tanımak çok güzeldi.
Ve artık, kalanlarla birbirimize, Yunan İç Savaşı’nda yoldaşlarını kaybeden paritzanların birbirlerine söylediğini söylemekten başka çaremiz yok: “Psyhi vathia!”*
Mücadelen mücadelemiz, yolun yolumuzdur. Ve ben, hayattayken karşılaştığımızda sıktığım komünizm için üreten ve asla pes etmeyen elini saygıyla öpüyorum şimdi.
İyi ki yaşadın. Ve hep yaşayacaksın.
Şimdilik hoşça kal yoldaşım... Zafere Kadar Daima!
Seni Seven Genç Bir Tutsak Yoldaşın
* “Yüreğini ferah tut!”