Halklarımızı ve hayatları yıkan deprem, seçim süreci nedeni ile gündemde gerilerde kaldı. Oysa orada akan-akması duran yaşam devam ediyor. Önsöz Tv’nin Mart ayında yayınladığı bir röportajı paylaşıyoruz:
Acı, Yas, Çaresizlik... Ve Toprağından Koparılma Kaygısı...
Ben Antakya’ya iki kez gittim. İlkinde, depremin dördüncü gününde orada olabildim, on gün kaldım. Sonra geri döndüm İstanbul’a. Sonra tekrar gidip 2 hafta kadar kaldım.
İlk gittiğimde gitmekte çok zorlanmıştık. Bir gece boyunca havaalanında bekledik. AFAD gönüllüsü olarak gidecektik, ancak gidemedik. Sonra da otobüs seferlerinin iptali, uçak seferlerinin iptali derken, ancak 4. gün orada olabildim.
Bizi otobüsten indirdiler Antakya girişinde, Topboğazı’nda. Şehir merkezine yaklaşık 36 km kadar yürümek zorunda kaldık. Bunun çok kısa bir kısmında madenciler bizi araçlarına alıp götürdü. Ama sanırım birbuçuk saat veya daha fazla yürüyüşümüz oldu.
Zaten o yolu yürürken bütün enkazı gördük. Şehir kalmamıştı. Şehri tanıyamadık. Ben Samandağlıyım, Antakyalıyım ama, gittiğimiz yerdeki gezdiğimiz o sokakları tanıyamadım. Antakya’daki büyük parkta durdum ve etrafıma şöyle bir baktım, o eski şehirden bir eser yoktu. Tanıyamadım yani Kurtuluş Caddesini, Saray Caddesini, Meclis Kültürü... hiçbir yer kalmamıştı. Hepsi enkaz halindeydi.
Antakya merkezde yürüdüğümüz zaman, yerde cesetleri gördük. Bir ceset torbası bile yoktu. Battaniye ile örtmüştü insanlar. Aklını kaçıran insanları gördük. Gerçi iletişim kurmaya çalışıyorduk ama, sağlıklı bir iletişim kuramıyorduk. Çünkü insanlar enkazlardan çıkmış, doğru düzgün bir şey hatırlamıyordu. Çoğu yakınını kaybetmiş ve bir kaos hali hakimdi. Sanki savaş sahnesi gibiydi. O filmlerde izlediğimiz gibiydi. Her yer yıkılmış, her yerden insanlar bir şeylere erişmeye çalışıyor ve ne yapacaklarını bilmiyorlar. Gidenler de ne yapacağını çok bilemiyordu. Bizim gittiğimiz gün, bizi Topboğazı’nda indirdiklerinde, daha o gün madenciler şehre varmaya başlamıştı. Vinçler o gün şehre giriyordu. Bazı yardım tırları da o gün şehre giriyordu.
Aracın bizi yolda indirirken söyledikleri gerekçe şuydu; iş makinelerinin daha hızlı şehre girişini sağlamak! Ama iş makinelerinin şehre girebilmesi de çok uzun sürdü. Çok yerden dolaşarak, Armutlu’ya Uğur Mumcu Meydanı’na vardık. Armutlu’ya giremedik zaten, Elektrik Mahallesi’ne... Çünkü her yer yıkılmıştı. Bizi o sokaklara almadılar. Dolaşarak Uğur Mumcu Meydanı’na gittik. Yıkım tehlikesi olan yerleri tespit ediyorlardı ve o bölgeye almıyorlardı. Dolaşarak gitmemizi istediler.
Burada gerçekten can güvenliğimiz yoktu. Orada enkaz başında bekleyenlerin de yoktu. Arama kurtarmadakilerin de yoktu. Çünkü, şehir gerçekten yerle bir olmuş durumda. Alınabilen tek önlem, Uğur Mumcu Meydanı’na vardık. Orada çadırlar kurulmuştu. Mobil aşevi kurulmuştu. Sonraki günler mobil aşevi artmaya başladı. Gelen yardım sayıları da artmaya başladı. Ama kaosu görebiliyorduk. Şoku görebiliyorduk. İnsanların hala enkaz altında ailesinden akrabalarından birileri vardı. Zaten Antakya şehir merkezi komple yok olduğu için, Uğur Mumcu’ya en yakın olan Defne, Elektrik Mahallesi, Gündüz Caddesi, Armutlu da yıkıldığı için genel olarak insanlar oradaki çadırlarda bir yer bulmaya, zaten her çadırda en az 10 kişi kadar kalınıyordu. Gündüzleri enkaza gidiyorlardı. Geceleri de çadırlarda bekleyişi sürdürüyorlardı.
İlk günler elektrik sıkıntısı vardı. Biz gittiğimizde 4. gündü. Tuvalet sıkıntısı yaşadık. Bir tane benzin istasyonu vardı civarda, onu kullanıyorduk. Tek bir tuvalet kullanılıyordu. Zaten o tuvalet de zaman zaman tıkanıyordu, ama petrolün çalışanları ve gönüllüler orayı sık sık temizliyordu.
Yaklaşık 10 gün kaldım. Bir tuvalet sorunu vardı, seyyar tuvaletlerin geleceği söyleniyordu, ancak bir türlü gelememişti. Erkekler ya da çocuklar sokaklarda, tenhalarda ihtiyaçlarını giderebiliyorlardı, ama kadınlar açısından bu sıkıntılı bir durumdu. Bu nedenle yıkık binalara giren insanlar da vardı. Duş, zaten büyük bir problemdi. Kuyu suyu kullanabilenler, onları kullanıyordu. Bir aile vardı, bir banyo gibi bir şey yapmıştı. Bir çok insan komşularıyla birlikte gidip orada duş almıştı. Genel olarak insanlar ıslak mendil, hijyen kitleri gelebildiğinde silinme yöntemiyle temizlenebildi.
İlk günlerde sadece gönüllüler vardı ve her şey gönüllüler üzerinden sürdü. Madenciler şehre gelmeye başlamıştı, 5. günde sahaya indiler. Enkaza giden arama kurtarmaya katılan arkadaşlarımız vardı. İlk başta sadece baretimiz vardı. Sonrasında bir kazma buldular. Sonrasında başka arkadaşlar da oraya gönüllü gelenlerden ya da bulabildiğimiz yerden hilti bulduk. Bunlar üzerinden devam ettik.
Arkadaşlarımız yaklaşık bir hafta 10 gün bu arama-kurtarma çalışmalarına katıldılar. 10 günden sonra çokta bir arama çalışması olmadı açıkçası. Ölü bedenlerine kavuşamayan insanlar da var hala. Yani enkazları gezerken gördük, burada bir kişi var, burada bir ceset var, burada hala çıkarılamayanlar var gibi notlar bırakıp giden aileler vardı. Hala şehri terk etmeyenlerin bir çoğu cenazesini bekliyor.
İkinci gidişimde daha çok köylere gittik. Özellikle Samandağ’ın köylerine. Köylerde yıkım olan yerler de var, olmayan yerler de var. Ama şehir merkezleri daha çok yıkıma uğramış durumda.
İlk başlarda çadır sorunu büyük bir problemdi. Şimdi genel olarak insanların çadırı var. Ama şöyle, insanlar bu çadırlarda 10 kişi 20 kişi kalmak durumunda. Bu çadırlarda yaşlı var, çocuklar var, hastalar var. Bu yönden çok zorlanıyor insanlar. Kaldı ki şu son zamanlarda sürekli yağmur yağdı. Birçok çadırı su bastı. Biz bunları gözlerimizle gördük. Erzak sorunu da vardı.
Yani şunu söyleyebilirim, çoğu şeyi gönüllüler aracılığıyla halletmeye çalışıyor insanlar. Çünkü devlete gerçekten güvenmiyorlar. Yaşadıkları için güvenmiyorlar. Çünkü günlerce enkaz altında bekleyenler var. Kırk gün geçti, devletin hala yardım götürmediği köyler var. Şöyle şeyler olduğunu da duyduk. Jeneratör geliyor, çadır geliyor ama dağıtılmıyor. Özellikle kendi bahçesine, serasına, evinin olduğu yere çadır kurmak isteyenlere verilmiyordu ilk başlarda; çadırkentlere toplamak istiyorlardı insanları.
İnsanlar kendilerini güvende hissettikleri alanlarda kalmak istiyorlardı. Bazı evler tamamıyla yıkılmış değil. En azından gün içerisinde eve girip çıkıyorlar. Çünkü diğer türlüsü çok daha zor. Tuvalet, banyo ihtiyacı için bile eve girip çıkmak, çok büyük bir fayda sağlıyor aslında. Yemek yapabilmek vs. ihtiyaçlar için, gün içersinde eve girip, sonra çıkıyorlar. Ama tabi ki çadır ihtiyacı devam ediyor. Çünkü çadırda kalmak durumunda kalıyor insanlar hala depremler devam ettiği için. İnsanları bu çadırkentlere gitmeye zorlamak için de, ilk başlarda bu çadır dağıtımını çok yavaştan aldılar.
İnsanlar başka şehirlerin belediyelerin aşevleri, mobil aşevleri sayesinde yemek ihtiyaçlarını giderdiler. Ama temizlik, erzak, kıyafet ihtiyaçları genel olarak gönüllülerin yardımıyla temin edildi. Hala daha gönüllülerin aracılığıyla temin edilmeye devam ediyor. İnsanlar kaymakamlığa gidip, valiliğe gidip, AFAD çadırına gidip bir şey talep etmektense, gönüllülerden talep ediyor. Çünkü hem yaklaşımı, hem muameleleri farklı. Hem de daha hızlı çözülebiliyor aslında. Bütün imkansızlıkların içinde, gönüllüler bir şekliyle bu imkanı yaratabiliyor dayanışmayla. Bu yüzden de insanlar, zaten kendilerinin yanında olan ve güvendikleri gönüllülerden bunları talep ediyor.
Özellikle Samandağ ve Antakya’nın bir çok bölgesi açısından kamulaştırmalar konuşuluyor. Şimdi şöyle duyurdu AFAD ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı: Evi yıkılana ev, işyeri yıkılana işyeri... Ancak bunun da belirli kriterleri var.
İnsanlar bulundukları yerleri terk etmek istemiyorlar. Terk ederse oranın kamulaştırma ihtimali var. Ve o insanların evsiz, barksız, topraksız kalma ihtimali var. Bu yüzden insanlar oraları da terk etmek istemiyor. Şunu söylüyorlar: “Devlet bize bilerek yardım göndermiyor, bizim buralardan çıkmamızı istiyor.” Yani insanlar bunların hepsinin farkında. Kendi aralarında da bunları konuşuyorlar.
Birçok toplantı da yapıldı, salonlarda ve Antakya’nın çeşitli yerlerinde. İnsanların genel ruh hali “biz buraları bırakmayacağız” şeklindeydi. Özellikle Antakya Samandağ açısından şöyle bir şey var. Oraların demografik yapısının değiştirilme korkusu da var insanlarda. Arap-Alevi bir toplum. Daha içe dönük ve kültürel açıdan farklı olan bir toplum. “Bizi buradan gönderirlerse biz başka yerde yaşayamayız. O yüzden biz burada kalacağız. İstiyorlarsa gelsinler, bizi buradan götürsünler” diye söyleniyor. Hatta “ölürüz de gitmeyiz, biz burada doğduk, burada öleceğiz” diyorlar. Kültürel olarak birbirlerine sıkı sıkıya bağlanmış durumdalar. Şu an toplantılar yapıyorlar her mahallede. Birbirlerinden haberdar olmaya çalışıyorlar. Durum bu şekilde oralarda.
İnsanlar zaten şoku atlatamadan OHAL ilanı ve bir cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıktı. Zaten ne olduysa o kararnameden sonra, acele kamulaştırma yetkisinin Çevre Ve Şehircilik Bakanlığı’na verilmesiyle birlikte, bu 11 il için el koyma, kamulaştırma ve buna itirazın ortadan kaldırılması süreci çıktı, elbette OHAL nedeniyle...
Hal böyle olunca insanlar, artık elbette erzak, hijyen, çadır vs ama daha çok şuna odaklandı: “Biz ne yapacağız?” Bir belirsizlik ortaya çıktı. Şunu söylüyor insanlar, “bize karışılmasın”. Belki oraya prefabrik yaptı, konteyner getirtti, ama orası kamulaştı.
Büyük bir yıkım var ve gerçekten şehrin yenilenmesi uzun sürecek. Ve bu geçici elkoyma ne kadar sürecek insanlar bilmiyor. İnsanlar bir yandan, tarım bölgesi Antakya, üretime devam etmek istiyor. Ama insanların topraklarına bu şekilde el konuluyor. Prefabrikler için de, konteyner kentler için de insanlar ne yapacağını bilemez durumda. Hukuki yollar kapatılmış durumda şu anda. O yüzden bir araya geliyorlar. Genel olarak neredeyse her yerde. Herkesin sohbeti “bundan sonra ne olacak”, “Bizim burası kamulaştırılırsa biz nereye gideriz”, “Topraklarımızdan çıkmayacağız.” Bütün sohbetler bu yönde. İnsanlar şehirle ilgili konuşurken enkazlardan, molozlardan, onların Asi yatağına dökülmesinden falan artık şikayetçi olamaz durumdalar. Bunlar da konuşuluyor.
Gençlerin çocukların en büyük mağduriyeti, eğitimin durması. Hani bir an önce bir şekilde bir eğitime başlama isteği özellikle gençlerde çok var. Çünkü bütün gün çadırdalar. Bazı çadırlar kuruldu, gönüllü öğretmenlerin olduğu, ama yaşamın yeniden örgütlenmesi gerekiyor. Burada da bunu yapanın gene gönüllüler olduğunu görüyor insanlar. Yaşamı yeniden örgütleyen de gönüller. Yani oranın halkıyla örgütlemeye çalışıyorlar. Bu aslında güzel bir şey.
Hem Antakya merkezde, hem Samandağ merkezde enkazlarda, molozlarda gezdik. Henüz zaten kaldırılan kısım çok az. Ama kaldırılırken de yıkarken de herhangi bir sulama işlemi yok. Zaten bodoslama yıkıyorlar. Sokağı kapatıyorlar sadece. Alınan tek önlem, sokağın araç girişine, yaya girişine kapatılması oluyor başka bir zarar olmasın diye. Onun dışında herhangi sulama önlemi görmedim. Hatta maske takanlar bile az, bunu söyleyebilirim.
Molozlar Samandağ’da Asi yatağına dökülüyor. Suya karışıyor, havaya zaten karıştı. Çok sıkıntılı bir durum aslında. Sağlıklı olan nedir derseniz; aslında bu insanların geçici olarak o bölgeden taşınması, sonra dönmesidir. Ama öyle bir durum var ki, müthiş bir güvensizlik, müthiş bir belirsizlik durumu hakim. Bu da insanları oralardan ayrılmamaya sevk ediyor. Tamam, yeniden yapılacak, ama imar planları, iskan planları neye göre çıkacak.
Biliyorsunuz, OHAL ilan edildi depremin sancıları ortadayken; enkazlar kalkmamışken, yeni binalar yapacağız diye... Şehri nereye kuracakları bir muamma. İnsanların genellikle birbiriyle akrabalar, özellikle köylerde. Alınıp götürülecekleri yerlerden de tedirgin insanlar. Bu insanlar komşusuyla, akrabasıyla iç içe yaşayan insanlar, birbirinden kopmaktan, bir apartman dairesinde yaşamaktan bile tedirgin olan insanlar. Şunu da görüyoruz, yıkılan binaların yanında sapasağlam duran binaları da görüyoruz. Aslında zemine uygun yapılırsa, ayakta kalabildiklerini görüyoruz. Çok büyük depremler atlattı bu binalar. Ancak ayakta kalabilenleri var. Yönetmeliğe uygun, zemin yapısına uygun yapıldığı zaman ayakta kalabiliyor. İşte insanlar bunlardan da tedirgin.
Gerçekten her şeyden tedirgin olmuş halde insanlar. Geceleri nöbet tutuyor çoğu mahallesinde. Görevlilerle ortaklaşa nöbetleri oluyor bazen. Zaten kendileri ayarlıyorlar. Her mahallenin neredeyse artık bir whatsapp grubu var birbirlerinden haberdar olabilmek için. Bu şekilde yaşıyorlar. Bir de enkazlarda dolaşırken, o hasarlı binalardan eşyalarını alıp çıkan insanları görüyorsunuz. Şöyle düşünüyor insan bazen, ya onları alırken bir şey olursa, değer mi? Ama burada insanların nasıl yalnız bırakıldığını, nasıl çaresiz bırakıldığını da görüyorsunuz. İnsanlar nakliyeye dünyanın parasını veriyor. Antakya merkezde çadır kurabilecekleri bir alan olmadığı için, çadırkentte de kalmayan insanlar eşyalarını taşıyıp farklı illere gidiyorlar. Antakya merkezin çoğu yerde nakliyecileri görebilirsiniz. O enkazdan o eşyaları çıkaran insanların çaresizliğini gerçekten görüyorsunuz yani. Bir koltuk nedir ki? Yani bütün ömürlerini bir eve vermişler. O evleri artık yok. Yani dünyaları başlarına yıkılmış durumda insanların. O belirsizliğin içinde bir yaşam kurmaya çalışıyorlar.
Oğlunu kaybeden ellili yaşlarda biri şunu söylemişti, “Keşke ölseydik”... Yani bir oğlunu kaybetti. Oğlu, 10. günde ancak çıkarılabildi enkazdan. Ellili yaşlarında evi vardı, arabası vardı artık yok. Evden hiçbir şey çıkaramadılar. “Biz bundan sonra ne yapacağız ki” diyor. Bu yaştan sonra çalışamayacak. Bundan sonra kirayı nasıl ödeyecek? Faturaları nasıl ödeyecek? İnsanlar daha o çadırlarda kalırken, enkazların altında cenazeleri beklerken bunları düşünmek zorunda kaldı. Yaslarını tutamadı, gerçekten tutamadı. Kaybı olmayanlar, biraz daha toparlayabildi ama kaybı olanlar, onun üzüntüsünü bile yaşayamadı. Evinden sadece bir terlikle çıkabilenler, çocuğunu zor kurtaranlar hala o şoktaydı. O enkazın altından, yıkılan binaların altından, ayaklarında sadece terlik, üstlerinde sadece o hırkaları pijamalarıyla çıktı dışarı o insanlar gecenin bir saati. Günlerce yağmurun altında, enkazın altında beklediler.
İnsanlar bu yüzden devlete güven duyamadı. Güven duyamadığı için de o yas sürecini yaşayamadılar. O yüzden onlar için karşılıksız bir şey yapanları gördükleri zaman ağlıyorlardı. Biz nereye gitsek, biraz sohbet etsek gözleri dolan insanlar gördük. Bizim çadırımızın karşısında bir aile kalıyordu. Yaşlıları falan da vardı, şehir dışına çıkacaklardı, toparlanıyorlardı, biraz yardım ettik. “Gidiyor musunuz abla” dediğim an gözleri doldu kadının. “Gidiyoruz ne yapalım” dedi, “Burada siz vardınız bir tek, biz bunu biliyoruz. Bizi bu duruma düşürdüler, iyi ki vardınız” diyerek sarılıp ağladı kadın. Ya da yaşlı bezi götürüyoruz, sarılıp ağlıyorlar. Bebek bezi götürdüğümüz anneler de... Biz ilk günler bebek maması dağıtıyorduk, ama biberon yok. “Biberon yok mu?” diyordu aileler, çaresizliğimizi görünce onlar bizi teselli ediyordu bir yerden sonra...
İlk hafta hemşire bir arkadaşımızla gezici bir sağlık ekibi oluşturmuştuk. Gezici sağlık ekibi dediğim de, bölgeyi bilen bir-iki kişi ve hemşire arkadaşımız, ilaçlarıyla talep gelen köylere gidiyorduk. Yani yatalak insanlar, küçücük bebekler, şeker hastaları, kalp hastaları... çok zor bir durumdu. Şimdi birkaç tane sahra hastanesi açıldı. Ama gene de ihtiyaca yetmiyor.
Kadınların işi bu açıdan çok zorlaştı. Çünkü eskiden evde bakıyorlardı yatalak hastalara, şimdi çadırda bakıyorlar. Çadırlarda 10 kişi birlikte kalıyorlar, yapacakları bir şey yok. Ayrı bir çadır alamıyorlar. En yakın hastaneye gitmeye kalksalar, Adana ya da Mersin’e gitmeleri gerekiyor.
Gitme olanağı olan herkesin gidip görmesini isterim açıkçası. Herhangi bir bölgesine gidip oradaki insanlara dokunmasını... Çünkü oradaki insanlarda başka bir şey yaratıyor bu. Evet çok zor orada kalabilmenin koşullarının yaratılması. Oradaki insanlar için de zor ama... O insan bir yaşam biçimi olarak bunu devam ettirmek durumunda kalacak bir süre. Biz de imkan bulabiliyorsak eğer, gidip onlarla dayanışmanın herhangi bir yerinde olabilirsek o insanlara çok şey katabilecektir bu, onu söylemek istiyorum.
Ayrıca yardımların sürekliliğinin devam etmesi gerektiğini de belirtmek istiyorum. Evet belli başlı yerlerde bazı marketler ve esnaf açıldı. Ancak bu insanların işi yok, gelir düzeyleri düşük olan, gerçekten çok yoksul olan aileler var. Bunlara erişimleri zor olacak. O yüzden imkan dahilinde bu yardımların sürekliliğini sağlamak çok önemli. Hem bunlar için, hem de gidip orada insanlara dokunabilmek için, imkanları olanların deprem bölgelerine gitmesi gerektiğini düşünüyorum.