İtalya’da, faşist partinin faşist bir koalisyonla iktidara gelmesi, faşizmle tekelci sermaye bağını, güncelliği içinde, bazı noktalarda ele almayı gerektiriyor.
Faşist koalisyon, tekelci sermayenin istediği etkiyi yaratamadı. Amaçlanan, emekçi kitlelerin sermayeye baş eğmesi yönünden ufak bir eğilim bile oluşmadı. Oluşmaz da. Kitleler, yüksek bir bilince sahip, örgütlü ve mücadeleci. Baş eğen değil, başkaldıran durumdalar. Dolayısıyla, böyle bir yerde sermaye saldırılarını hangi düzeye çıkarırsa çıkarsın, istediği sonucu alamaz.
İtalya’da faşist koalisyonun iktidara gelmesiyle, faşizmin 1920’lerde ve 1930’larda, İtalya ve Almanya’da iktidara gelmesi arasında fark var. 1920’lerde ve 1930’larda faşizmin batı Avrupa'da iktidara gelişiyle, aynı zamanda devletin bu partiler eliyle faşistleştirilmesini sağlandı. Mesela, Almanya’da, devlet-tekel bütünleşmesi, faşizmin iktidara gelişiyle birlikte tam anlamıyla gerçekleşti. Günümüzde devlet-tekel bütünleşmesi çok ileri boyutlar kazandı. Burjuva devlet tamamen tekelci sermayenin, az sayıdaki sermaye gruplarının çıkarına hizmet ediyor. Ekonomik gücü elinde toplayanlar, bu güç sayesinde, politik gücü de elinde toplar. Devlet, tekelci sermayenin her planda gericilik eğilimine uygun biçimlenmiştir. Emperyalist ülkelerde devlet finans kapital oligarşisidir. Finans kapital, devleti, faşizmi uygulayacak duruma getirdi. Bu ülkelerde devletin, faşist partiler tarafından faşistleştirilmesine gerek kalmamıştır. Devlet, faşizmi devlet eliyle uygulayacak durumdadır. Duruma göre uygulamaya geçiyor da.
Faşist partinin ya da faşist partiler blokunun iktidara gelmesi, devlet baskılarını daha koyu hale getirir. Saldırıları iyice şiddetlenir. Tek kelimeyle, devlet daha etkin olarak kullanılır kitlelere karşı. Diğer yandan, faşizmin yukarıdan aşağıya devlet tarafından uygulanmasına kitle tabanı sağlar. Bunu da, ırkçılık, milliyetçilik, şovenizm, savaş, militarizm, yabancı düşmanlığı (başka ulusların orada çalışan işçilerine karşı) ve birçok konuda yalan ve demagojiye başvurma yoluyla yapar. Tekelci sermaye ve devlet bunları yapıyor. Son otuz yılda Avrupa ve ABD’deki halk isyan ve ayaklanmalar sırasında, sermayenin ve devletin neler yaptığını, baskılarını ve saldırılarını nerelere kadar vardırdığını gördük.
Tekelci sermayenin, faşizmi topluma egemen hale getirmesi için şiddetli çatışmaların sonucunda emekçi halk kitlelerini, devrimci komünist güçleri tamamen yenmesi, sindirmesi gerekiyor. Böyle bir hedefi vardır ve her zaman olmuştur. Fakat kitlelerin devrimci ayaklanmalarına yol açmaktan başka bir sonuca yol açmamıştır ve yol açmaz. İşçi sınıfında ve diğer halk kitlelerinde yerleşmiş bir antifaşist, antikapitalist bilinç var. Ve yerleşmiş aktif halde olan antikapitalist ve antifaşist savaşçılık var. İtalya’da emekçi kitleler bu yönde çağrılar yapmaya başladı. Faşist koalisyoncu iktidar süresince, çok büyük sokak gösterileri, isyan ve ayaklanmalar göreceğiz. Daha önce, Avusturya’da faşist partinin seçimden güçlü olarak çıkması ve hükümet kuracak duruma gelmesi karşısında tüm Avrupa halkları ayağa kalktı ve binlercesi Viyana’ya geçip, faşizme karşı gövde gösterisi yaptı. Faşist blokların iktidara gelmesi devrimci halk ayaklanmalarını hızlandıracaktır.
Tekelci kapitalizm, her şeyi uç noktaya götürüyor. Krizi ve çöküşü derinleştikçe, kitleler üzerindeki baskılarını artırıyor. Tekelci sermayenin, finans kapitalin partileri ve devleti buna uygun bir politika izliyor. Kapitalizm doğarken nasıl kan ve şiddetle doğduysa, çöküş aşamasında da aynı biçimde hareket eder. Sermayenin daha çok baskıya ve şiddete, devlet terörüne başvurması işlerin yolunda gitmediğinden, her işçi eyleminde sokak çatışmalarında, isyan ve ayaklanmada kendi sonunun geldiğini görmesindendir. Faşist koalisyonlar, her şeyi uç noktaya götürerek, kapitalizmin çöküşünü hızlandıracaktır. Çünkü verili toplumsal koşullarda, emekçi halk kitlelerine yönelik daha fazla, daha koyu bir şiddet sadece eski burjuva sistemin yıkılışını çabuklaştırmaktan başka bir şey yapamaz. Kapitalizm, kendisini yıkacak güçleri, uzun mücadelesi içinde eğitti, birleştirdi. Ayaklanmaların koşullarını yarattı. Kapitalizmin yıkılması için bu güçler her yerde mücadele içindeler. Sermaye ne gerçek anlamda egemen ne de eskisi gibi yönetebiliyor. Bu yüzden, kapitalizme karşı ayaklanan kitlelere karşı savaşıyor, onlara karşı daha baskıcı ve daha saldırgan davranıyor.
Tekelci kapitalizmin ve siyasi kurumlarının her şeyi uç noktaya vardırmasının sonucu toplumsal eşitsizlik arttı. Sınıflar arası uçurum daha derinleşti. İklim krizi ve çevrenin tahrip edilmesi ileri noktalara vardı. Emekçi kitlelerin yoksulluğu derinleşirken, sermaye çok büyüdü. Kapitalistler bu dönemde büyük bir zenginlik sahibi oldular. 2007-2008 ekonomik krizi, milyonlarca insanı işsiz bırakırken, halkın yaşam koşulları çok daha kötüleşirken, az sayıdaki kapitalist, ekonomik krizde büyük bir servet edindi.
“2007-2008’den bu yana zenginler... ‘iyi bir krizin boşa gitmesine asla izin verme’ şiarıyla krizi kendi lehlerine kullandılar. İngiltere ve Birleşik Devletlerden... en tepedeki %1’in 2008’den beri zenginliğini ve gücünü %14-15 hatta %20 arasında artırdı”ğını belirtiyor David Harvey. Sonuç olarak, toplumsal eşitsizliğin artmasıyla birlikte, toplumsal çelişkiler keskinleşti ve şiddetlendi. Bu temel, son otuz yılda gelişen ayaklanmaları bir yönüyle açıklıyor.
Avrupa’daki antikapitalist ve antifaşist bilinç, geniş kitlelerin arasında yerleşmiş ve birleştiren asgari bir bilinçtir. Bu bilinci taşıyan geniş topluluklar, faşizme ve kapitalizme karşı sık sık sokağa çıkarlar. Sınıf mücadelesi, onyıllardır yoğun olarak sürüyor. Sınıf mücadelesi, birçok yerde defalarca, sınıf mücadelesinin en keskin biçimi olan ayaklanmalara dönüştü. Antikapitalist ve antifaşist bilinci aşan bir bilinç var. Bütün eylemlerde görüyoruz. Sosyalizm ve devrim sloganları atılıyor, pankartları taşınıyor. Sosyalizm uğruna mücadele eden kitleler, eylemlerde asıl etkileyici ve sürükleyici güçtür. Demek ki, Avrupa'da asgari bilinci aşan, yüksek bir bilinç oluşmuştur. Bu bir eğilim, bir yönelim ve savaşımdır. Yıllarca küresel iç savaşı devam ettirecek denli ileri bir bilinç!.. Devrimci süreci ayakta tutmak için elinden geleni yapan insanların devrimci bilinci! Sınıf savaşı şiddetlenecek, iki taraftan birinin kesin üstünlüğü sağlanana kadar durmayacaktır.
Maddi koşullar, kapitalizmin ötesine ve ilerisine, sosyalizme geçmek için olgunlaşmıştır. Bu koşullarda kitlelerin devrimci iradesi, savaşımı sonuca götürmede esaslı bir rol oynuyor. Bütün sorun iktidar için örgütlenmek, yeni bir toplum uğruna savaşmaktır. Kitlelerin radikal istemleri başka yolla karşılanmaz. İnsanca bir yaşam, kadınların gerçek eşitliğinin ve özgürlüğünün sağlanması yani ezilen ve sömürülenlerin hakları radikal istemlerdir. Radikal istemlerin karşılanması, radikal devrimi gerektirir. Burjuvazinin hangi kesimi sırasıyla iktidara gelirse gelsin yeni bir şey söyleyemezler ve bir çıkış gösteremezler. Yeni şeyleri emekçiler söyler; gerçek bir çıkışı devrimci güçler ortaya koyabilir. Radikal bir devrim, gerçek bir çıkıştır.
İtalya’da faşist koalisyonun varlığından dolayı bazı çevreler, “antifaşist cephe” önerisinde bulunuyorlar. Bu, faşizme karşı mücadelede yeni bir anlayış değil. Daha önce de ortaya atılmıştır. Aynı yaklaşımı Türkiye ve Kürdistan’da 70’lerde ve 12 Eylül’de öne sürüldü. Salt faşizme karşı mücadeleyi önerenlere göre bu mücadele çeşitli burjuva güçleri de kapsamalıdır. Böylece, faşizme karşı mücadele faşizmin maddi temeli olan sermayeye karşı mücadele bütünlüğünü bozuyorlar. Oysa biliyoruz ki, sermayeye karşı mücadeleden koparılmış bir antifaşizm burjuva toplum çerçevesini aşmaz. İtalya’da, Fransa’da ve diğer yerlerde ifade edilen antifaşizm, tekelci sermayenin diğer partilerini içine alacak şekilde geniş tutuluyor. Faşizmi kitlelere karşı vurucu güç olarak kullanan tekellere karşı mücadele, bu şekilde arka plana itiliyor. Faşizme ve sermayeye karşı mücadele bütünlük içinde olmalıdır. Bu temelde bir mücadele radikal devrim mücadelesidir.
İktidar, ekonomik ve politik güç, tekelci sermayenin elindedir. Devrim, burjuvazinin ekonomik ve politik gücünü ortadan kaldırmalıdır. Bu topraklarda faşizme ve sermayeye karşı mücadele bir devrim mücadelesi olarak, halk demokrasisi ve sosyalizm hedeflidir. Dolayısıyla bu devrim mücadelesi, proletaryanın, emekçi sınıfların, ezilen halkların mücadelesini kapsar. Türkiye ve Kürdistan proletaryasının önderliğinde halkların yer aldığı bir mücadeledir. Bir süre öncesine kadar, demokrasi cephesi vb adı altında CHP gibi, tekelci sermayenin, devletin ve düzenin partisi olan; NATO’cu, AB’ci, Amerikancı bir partiyle ortak hareket önerenler bile oldu. Reformist çevreler bu anlayışı koruyorlar. Bu anlayış sahipleri, bu konudaki görüşlerini bu defa, “tek adam rejimine karşı” mücadele adı altında savunuyorlar. Bunların görüşleri, her durumda burjuvaziyle birlikte davranmayı içeriyor. Burjuvazi olmadan yapamıyorlar.
Seçim öncesinde, seçime yönelik olarak iki blok kuruldu. Bu iki blok, biçimsel olarak, burjuva “muhalefetten” bağımsız hareket ediyor, fakat gerçekte, bu güçleri iktidar yapmak için oluşturuldu. Devrimci durumun olgun olduğu, burjuvazinin zayıf düştüğü, sistem krizinin derin olduğu, kısacası devrim için koşulların hiç olmadığı kadar olgun olduğu koşullarda, doğan durumdan yararlanıp burjuvaziyi devirmek yerine bir kere daha onun yardımına koşuyorlar. Burjuvazi böyle bir anda reformistlerden, bundan fazlasını istemez.
Kapitalizmin ekonomik ve politik krizi doğmuşsa -ki bu topraklarda, burjuva toplum derin bir kriz içinde- devrimci işçi sınıfı hareketinin, devrimci komünist güçlerin görevi, ortaya çıkan durumdan en etkin biçimde yararlanıp burjuvaziyi devirmek olmalıdır. Bu, bu koşullarda izlenecek biricik devrimci politikadır. Bunun için, muhalefet anlayışıyla değil, iktidarı ele geçirme anlayışıyla -ki ele geçirme devrimci zora dayalı devrimi gerektirir- hareket edilmelidir. Bu topraklarda iktidarı ele geçirme koşulları ve olanakları çeşitli zamanlarda doğdu. Fakat kendini muhalefete bağlayanlar, bu olanakların boşa gitmesine izin verdiler. Şimdi bir kez daha aynı şey yapılıyor.
Bu aynı çevreler, Avrupa’da faşist partiler koalisyonunun kurulmasından, faşist partilerin güçlenmesinden, sosyalist ve komünist partilerin yozlaşmasının; bu partilerin düzen içi siyaset yapma düzeyini aşmamalarının bunda rolü olduğunu söylerken aslında, özünde kendilerini de anlatmış oluyorlar. Avrupa’daki reformist sosyalist ve komünist partilerin rolünü, Türkiye ve Kürdistan koşullarında daha rezil bir şekilde siz izliyorsunuz. Şu da var ki, Avrupa’da nasıl ki, devrimci kitle mücadelesi çürümüş sol güçlere rağmen, onların dışında gelişiyorsa, bu topraklarda da yıllardır devrimci mücadele sizi aşarak ve sizi peşinde sürükleyerek ilerliyor.
C.Dağlı