İzmir’de toplanan kalabalığa, yaka bağır yırtarak sesleniyor Kılıçdaroğlu: “Halk iktidarını kuracağız!” Sonra gömleğini kravatını düzeltip, TÜSİAD patronlarının kulaklarına büyük bir saygıyla fısıldıyor: “Bizim ekonomik programı Ali Babacan hazırlıyor”. Dillerindeki halk iktidarı, kalabalıkları uyuşturmak, devrimin sloganlarını çalıp kandırmak için. Ceplerindeki gizli zulalarda acı reçete, tekelci sermayeyi buhrandan kurtarmak için.
Gerçi muhalefet cephesi, iktidarın her lafına bir cevap yetiştirme telaşındayken, suskun kaldıkları tek konu var. Açlığın, işsizliğin, hayat pahalılığı ve enflasyonun nasıl çözüleceği. Komedi programlarına bile konu oluyor bu zavallı tutum. Konuşamazlar, zulalarında sakladıkları tek çözüm IMF’ninkine rahmet okutacak bir “acı reçete” programıdır. Kriz artık buhran seviyesinde ve çıkış için yalnızca iki yol kaldı: İlki proleter devrimci çözüm; yani kendini hiçbir “ticari gizlilik” yasasıyla sınırlamayan devrimci bir hükümetin derhal bankalara ve tekellere el koymasıyla uygulama şansı bulabilecek olan, tüm zenginlik kaynaklarının açığa çıkarılıp etkin kullanımıdır. İkinci çözüm ise tekelci sermayenindir. Enflasyonu indirmek hedefiyle -ki onların tek sorunu budur- içeride tüketimi baskıla, böylece fiyat istikrarı sağla, dışarıdan gelecek yüklü borcun ödenmesi için, çalışanların ümüğüne çök! Açlığın şimdiden sokaklarda kol gezdiği bir yerde, tüketimi daha da baskılamak, reçeteyi acının ötesine, zehirli bir reçeteye çevirir.
Dünya örneklerinden ve kendi deneyimlerimizden biliyoruz, bu denli zehir zemberek bir reçete, sadece ve sadece, emek hareketini korkunç bir cendere altında tutarak uygulanabilir. İster iktidarıyla, isterse gerici muhalefetiyle, tekelci sermaye partilerinin hiç biri bu denli yüksek bir baskıyı hayata geçirecek toplumsal desteğe sahip değil. İşte CHP liderliğindeki gerici burjuva muhalefeti, emeği cendereye alacak toplumsal desteği kazanabilmek adına, “Halk iktidarı” gibi devrimci cephenin sloganlarını aşırıp kullanmaktan çekinmiyor. Ve bu daha başlangıç, daha neler göreceğiz!
Aklı başında her emekçi aynı soruyu soracaktır: İster “sanayi devrimi” isterse “güçlendirilmiş parlamento”... sermayeye cennet, çalışana cehennem düşüyorsa, kolera ile veba arasında bir seçim yapmak zorunda mıyız? Cümle reformist oportünist sol partilere bakılırsa, emekçiler dinci faşist iktidar karşısında, gerici muhalefeti desteklemek zorunda: Gerekçeleri ise çok basit. Hele bir kurtulalım şu “tek adam” rejiminden, sonrasına bakarız!
Bakamazsınız, sizin için sonrası olmayacak çünkü. Ceplerinde zehir zemberek acı reçeteyi gizleyen gerici muhalefete kim destek çıkarsa, onlarla aynı zavallı kaderi paylaşır. O reçeteyi hayata geçiren iktidar, o kadar hızlı yıpranır ve emekçi öfkesinin hedefi olur ki, “Sonrasına bakarız” rahatlığıyla ona destek sunan herkes aynı öfkeden payını alır.
Olması küçük bir ihtimal ya, hadi oldu diyelim, dinci faşizm iktidarı bu seçimde sessiz sedasız burjuva muhalefete terk etti. Bu acı reçeteyi yürürlüğe koyan yeni hükümetin tüm desteğini kaybedeceği ve gelecek seçimde dinci faşizmin çok daha güçlü, yıpranmamış bir destekle yeniden önü bu şekilde açılmış olmuyor mu? Dünyanın ve yaşadığımız coğrafyanın tüm deneyimleri açıkça kanıtlıyor ki, girilen yolun sonu böyle olacak. Peki bu durumda, parlamenter ve oportünist sol partiler, bugün halkın gerici muhalefetin kuyruğuna takılarak, aynı zamanda dinci faşizmin ekmeğine yağ sürmüş olmuyor mu? Cevaplar bilinmez değil. Uzlaşmacı tayfanın bu gidişatı hiç hesaba katmadıkları söylenemez. Peki neden bu yoldan vazgeçmiyorlar? Çünkü bu tayfanın en büyük korkusu, halkın sokaklarda kesin bir hesaplaşmaya girişmesidir. Ve onlar böylesi bir atılımın zafere ulaşmayacağından o kadar eminler ki, sonuçta kabağın kendi başlarında patlamasından ölesiye korkarlar.
Her şeye rağmen devrim, ne gerici muhalefetin zulasındaki acı reçeteye ne de uzlaşmacı solun sefil taktiklerinin hayata geçmesine izin verecek. Çünkü açlık en dehşetli öyküsüyle onu henüz yazamayanların bile ruhunu ele geçiriyor. Öfke kabarıyor, toprak kaynıyor. Buhran kriz ortasında öyle can yaktı ki, emekçi halklar, işçi sınıfı ve Kürt halkının kitlesel isyanları öncülüğünde, dinci faşizme meydan okumaya başladı. Ama bahar, kıştan çok daha zorlu geçecek. Bugün yaşanan açlığı mumla aratacak bir felaket kapıda.
Daha şimdiden, emekçi sınıfların eylem dalgası öyle güçlü ki, gerici burjuva muhalefet bu dalgayı ancak devrimden aşırdığı sloganlarla dindirmeye girişmek zorunda kalıyor; bir kaç ay önce sokağa çıkacak herkesi 15 Temmuz gecesi yaşanan vahşetle tehdit eden dinci faşist iktidarın bir bakanı, bir eylemde işçileri gözaltına alan polisler için soruşturma istemek zorunda kalıyor. Dengeler hızla alt üst oluyor. Bir zamanlar uyanık bir Bolşevik işçinin Lenin’e “Bize artık kötü ekmek satmaktan korkuyorlar” dediği gibi. Bugünün uyanık devrimci işçisi de her grevi yasaklamakla övünen RTE’nin suskunluğunu övünçle, zaferin kokusunu ciğerlerine çekerek izliyor.
Öyle ya da böyle giderek şiddetini ve ölçeğini arttıran bu ayaklanma dalgası dinci faşist iktidarın sonunu müjdeliyor. Bütün mesele dinci faşizmin yıkıntıları üzerinde hangi bayrağın dalgalanacağı. “Halk iktidarı” sloganını ikiyüzlüce dillerine dolayıp zulalarında zehir zemberek acı reçete taşıyan gerici blok iktidarı mı yoksa kendini hiçbir yasa ile sınırlamayan, halkın en geniş kesiminin savaşım kapasitesine, örgütlülüğe, yıkıcı ve kurucu enerjisine dayanan halkın bütün iktidarı mı?
Eğer bir seçim olacaksa bu ikisi arasında olacak. Bu yüzden “Üçüncü Yol” yok!