Bir ülke düşünün. Yayılmacı amaçlarla yürüttüğü dış politikada yenilgi üzerine yenilgi almakta. Uluslararası mali sermayenin önünde el pençe divan durmakta, egemen sınıflar içinde sarayda yani devlet mekanizmasında kimin hakimiyet sağlayacağı, dolayısıyla kimin zenginliğine zenginlik ekleyeceği kavgası başını alıp gitmiş durumda.
Bu uğurda komploların, suikastların, darbe girişimlerinin, ihanetlerin ardı arkası kesilmiyor. Halk ise, açlığın ve yoksulluğun pençesinde kıvranmakta ve bu pençe her geçen gün etine daha fazla gömülmekte. Öyle ki, “ekmek” için isyan eder haldeler. Toplumsal düzende yaşanan çöküş öyle bir hal almış ki, halk, “ekmek” istiyoruz diye haykırmanın yanı sıra “yayılmacı dış politikaya son!”, “kahrolsun saray iktidarı” haykırışlarını da yükseltmeye başlamış. Ve daha birçok şey…
Bir Türkiye betimlemesi yapmaya çalıştığımı düşünmüş olabilirsiniz. Böyle düşünmekte de haksız sayılmazsınız. Bu manzara, Türkiye dahil günümüzdeki bütün kapitalist ülkelerin, ABD-Fransa-Arjantin-Bangladeş-İsrail vd’nin içinde bulunduğu duruma şaşılacak ölçüde benzemekte çünkü. Ama benim bahsettiğim yer Şubat 1917 öncesinin Rusya’sı!
Günümüzde birçok ülkenin aslında tüm kapitalist ülkelerin, içinde bulunduğu durumun 1917 Rusyasına bu denli benziyor olmasının elbette bir nedeni var. O da bu ülkelerin, tıpkı 1917 Rusyasının yaşadığı gibi, tam bir toplumsal çöküş yaşıyor olmalarıdır. Toplumsal sistemlerin çöküşü, tüm mekânsal ve zamansal farklılıklardan azade bir şekilde, bu süreci yaşayan toplumların genel görünümlerini hiç olmadığı kadar birbirine benzer hale getirir. Tıpkı, dünyanın neresinde ve ne zaman olursa olsun, depremle çöken tüm kentlerin durumunun birbirine benzemesi gibi. Kapitalist toplumsal sistem (ekonomisi, siyaseti, devlet mekanizması, ahlakı, kültürü, etiği ve diğer tüm toplumsal ilişki alanlarıyla) her yerde çöktüğü içindir ki, günümüzde tüm ülkelerin durumu da üç aşağı, beş yukarı birbirine benzer hale geldi.
Peki toplumsal sistemin dolayısıyla devlet mekanizmasının da çöküşü, Rusya’da neyi gündeme getirmişti? Hepimizin bildiği gibi, devrimi. Tıpkı 1789 Fransasında, 1920-40’lar Avrupasında 1950’ler Kübasında, sözün özü, toplumsal sistemlerin çöküş yaşadığı her yerde olduğu gibi. Bu sınıflı toplumlar tarihinin en bilinir yasasıdır. Düşünün ki, yeminli toplumsal reformcular olan EMEP, Sol Parti gibi çevrelere bile, devrimler çağı geri döndü dedirtecek kadar genel-geçer bir yasadır.
Evet toplumsal sistemini dolayısıyla devlet mekanizmasının çöktüğü yerde, “devrim”in de tarih sahnesine çıkması kaçınılmazdır. Çünkü, çöken toplumsal sistemin altında kalanlar, ki bunlar sömürülenler ve ezilenlerdir, aynı toplumsal düzenin ve dolayısıyla devlet mekanizmasının kurulmasını hiç akılcı, vicdani ve ahlaki bulmazlar. Toplumsal sistem yeniden inşa edilirken, başlarına bir daha yıkılmayacak nitelikte inşa edilmesini, dolayısıyla geçmiştekinden niteliksel olarak farklı olmasını isterler. Bu alt yapısı ile üst yapısı ile yeni bir toplumsal düzen isteminin, kitlelerin talebi olarak gündeme gelmesidir. Toplumsal sistemlerin çöküş süreçlerinde halkların siyasal psikolojisi, esas itibariyle bu köklü “toplumsal ve siyasal değişim istemi” olgusu temelinde şekillenir. Çöküş süreçlerinde burjuvazinin dahi kendini değişim hem de köklü değişim yanlısı ilan etmesi, böyle göstermeye çalışması, faşist hareketlerin dahi kendini bu şekilde sunması, bundandır.
Bu yüzdendir ki, toplumsal sistemlerin çöküş süreçlerinde halkların acil, öncelikli talebi ekmek, aş, iş değildir. Ekmek, aş, iş talebiyle harekete geçen kitlelerde bile, işçi sınıfı nasıl ki iç güdüsel olarak sosyalist ise; çöküş süreçlerinde de halklar, iç güdüsel olarak iş, ekmek ve aşlarının mevcut siyasal iktidar sürdükçe güvence altında olmadığını hissederler. Topluma hâkim siyasal psikoloji, bunu hissetmelerini sağlar. Bundan dolayı, siyasal iktidarı değiştirmek amacıyla hareket eden kitlelerin yanında şu veya bu nedenle yer almasalar da, karşılarına da geçmezler. İktidar mücadelesi veren politik kitlenin kalben yanında olurlar, onların mücadelesinin haklılığının onaylayıcısı ve anlatıcısı olma rolünü üstlenirler. Tıpkı Denizler’in mücadelesinin anlatıcısı, savunucusu ve yayıcısı olma rolünü üstlenmiş olmaları gibi.
Çöküş sürecinde en geri kitlelerin dahi iç güdüsel olarak “devrimcileştiği” anlaşılmadığı sürece, siyasal iktidarı bir devrimle ele geçirme ve yeni bir siyasal düzen kurma düşüncesinin ve mücadelesinin somut gücü ve önemi de anlaşılamayacaktır. Gezi’nin yeterli düzeyde ve derinlikte anlaşılamamış olması da bundandır. Anlaşılamadığı içindir ki, Gezi’ye rağmen halen siyasal iktidarı devrimle ele alma mücadelesi değil; reformlar, mevziler elde etme mücadelesi dayatılmaktadır halka. Bolşeviklerin, yıllarca “kahrolsun otokrasi” şiarının yanı sıra, tıpkı menşevikler gibi “ekmek” talebini de dillendirmelerine rağmen, neden Rusya’nın zayıf partisi olarak kalmaktan kurtulamadığı; ama siyasal-toplumsal sistemin çöküş sürecine girmesiyle birlikte neden sıçramalı bir gelişim göstererek Rusya halkının temsilcisi konumuna yükseldiği de bu nedenle anlaşılamamaktadır. Ve yine bu nedenle 1905-1907 arasında Bolşevik gazetelerin sürmanşetinde neden hiç değiştirilmeksizin sürekli silahlanma çağrısı yapıldığı da anlaşılamamaktadır.
Gorki’nin de içinde olduğu bir grup devrim önderinin editörlüğünü yaptığı “1917 Sovyet Devrimi” kitabında, Petrograd bölge komutanı 1917 günlerini şöyle anlatıyor:
“Çar’ın bu telgrafı açık ve samimi olmak gerekirse, benim için bir gök gürlemesi gibiydi. Meydana gelen bu düzensizliği hemen yarın nasıl durdurabilirdim? ‘Bize ekmek verin!’ dedikleri zaman, onlara ekmek verdik ve bu iş bitti. Ama kızıl bayraklar üzerinde şimdi; ‘Kahrolsun Otokrasi’ yazıyordu. Böyle olunca onları ekmekle nasıl yatıştırabilirdik? Ama ne yapmak gerekiyordu? Çar emir veriyordu. Ateş etmek gerekiyordu.” (1917 Sovyet Devrimi, sf.93)
Evet, Çar’ın adamlarının ateş etmekten başka yapabileceği bir şeyleri yoktu. Ateş ettiler. İşe yaramadı. Yıkıldılar. Yerine gelen burjuva hükümet de ateş etmeye devam etti… Onların yerine gelen uzlaşmacı sosyalistlerin hükümeti de… Ateş etmeye devam ettiler, çünkü halk, ekonomisiyle-siyasetiyle-devlet mekanizmasıyla-ahlakıyla-kültürüyle-etiğiyle yani tüm toplumsal ilişki alanlarıyla uzun yıllardır kendisine cehennem hayatı yaşatan ve nihayetinde başına çöken toplumsal düzenden kurtulmak istiyordu. Yaşamlarında köklü değişim sağlayacak, kendilerini o yıkımın altından çekip çıkaracak kararları cesaretle ve hızla alacak bir siyasal iktidar ve siyasal kadrolar istiyorlardı. Yıkıntıların altından yükselttikleri “sesimizi duyan var mı?” çığlığına ne otokrasinin ne burjuvazinin ne de reformist solcuların cevap verme yeteneği vardı. Bunlar, süslü laflar ve bol vaatler eşliğinde süregelen politikaları uygulamaktan başka bir şey yapamazlardı, yapamadılar da. Halk da bunu kabul edemezdi, etmedi de. Dolaysıyla bunlar da halka ateş ettiler ve yıkıldılar. Ve halk, tüm bu süreçte cesaretle ve durmadan yükselen bir tonla köklü çözüm önerilerini söylemekten hiç çekinmemiş (sürgünler, ölümler, işçi sınıfından yeterli desteği görememe pahasına); söyledikleri (çarlığa, burjuvaziye, reformistlere dair vs) yaşam tarafından sürekli doğrulanmış ve savaş alanlarında her zaman yanı başında olmuş Bolşeviklere çevirdi yönünü. İktidarı onlara vererek kendilerini iktidara taşıdılar ve böylece, sadece bir devrime değil, zafere ulaşmış bir devrime imza attılar.
Günümüzde çökmekte olan ve dolayısıyla neredeyse birbirlerinden farksız hale gelen kapitalist ülkelerde de süreç bu yönde ilerliyor. Halklarla Leninistlerin buluşması, kaçınılmaz olandır. Bu buluşmanın gerçekleşmesi için gerekli olan deneyim, hem halkın hem de Leninistlerin elde ettikleri deneyim, kaçınılmaz olanın yakın olduğunu müjdeleyecek kadar olgunluğa ulaşmıştır. Bu yüzyıl, dünyanın her köşesindeki halkların ve Leninistlerin cüretli ve kararlı adımlarıyla zafer kazanmış devrimler çağı olarak insanlık tarihine geçecektir.
İ.Cevat Çetiner