1978'den sonra İstanbul'da yasaklanan 1 Mayıs, 12 Eylül'den sonra tamamen yasaklandı. Bu dönemden sonraki ilk 1Mayıs kutlamaları 1987 ve 1988'de kapalı salon toplantılarıyla yapıldı. 1989'da ileri işçilerin kararıyla Taksim'e çıkılması kararlaştırıldı. 10 bine yakın işçi ve emekçi Saraçhane'den yürüyüşe başlarken yolları polis tarafından kesildi ve çatışma başladı. Çatışa çatışa, Saraçhane, Tarlabaşı’na kadar gelen kitleye polis ateş açtı. İnşaat işçisi M. Akif Dalcı'nın ölümsüzleştiği bu eylemde yüzlerce işçi emekçi gözaltına alınıp, işkenceden geçse de, Taksim Meydanı'na çıkmayı başardı.
1990 1 Mayıs'ında yine Taksim kararı alındı. Devlet, Taksim’e çıkışı engellemek için elinden geleni yaptı. İstanbul’da ilan edilmemiş sıkıyönetim havası estirildi. Yollar tutuldu, bazı vapur ve otobüs seferleri iptal edildi, yollar kesildi, adım başı “polis arama noktaları” kuruldu. Ama bütün bu baskı ve terör önlemleri işçi ve emekçilerin Taksim’e yönelmesini engelleyemedi.
Bu sefer kitleler Osmanbey'den başladı yürüyüşe. Polis barikatlarını aşa aşa ilerleyen kitleye polis yine ateş açtı. Gülay Beceren açılan ateş sonucu vuruldu, sakat kaldı. Yine yüzlerce işçi, emekçi gözaltına alınıp işkencelerden geçirilme pahasına Taksim Meydanı'na çıktı. Her iki 1 Mayıs'ta da işçi sınıfı ve emekçiler 1 Mayıs'ı 1 Mayıs Alanı’na, Taksim'e çıkarak adına uygun biçimde mücadele günü yaptılar.
Ve Zonguldak madencileri…
Hükümetin Zonguldak'taki taş kömürü işletmelerin kapatma ve işçileri işten atma kararına karşı Zonguldak madencilerinin haftalar süren bu eylemi, daha baştan itibaren politik bir eylem olarak başladı ve sürdü. 15-16 Haziran'ı aşan bu eylem başlangıçta Zonguldak’la sınırlıydı. Günlerce kent içinde yürüyüş ve gösterilerle süren eylem, önce işçi ailelerini, sonra kentin esnaflarını ve ardından da neredeyse bütün kenti örgütleyip saflarına çekti. Günlerce süren bu eylemde istedikleri sonucu elde edemeyeceklerini anlayan işçiler Ankara'ya gitmeye karar verdiler. Ama daha onlar bu kararı almazdan önce eylem kendi sınırlarını aşmıştı. Bütün kentlerde dayanışma gösterileri yapılıyor; insanlar yardım topluyor, akın akın Zonguldak'a gidip destek veriyorlardı.
İşçileri Ankara'ya götürecek otobüsleri çeviren polis, gitmelerine engel olup el koyunca, Genel Maden İş Sendikası (GMİS) Başkanı Şemsi Denizer, "Otobüsle olmazsa yürüyerek gideriz" diye bir karar kendisi de bu kararın ne anlama geldiğini bilmiyordu.
Zonguldak'tan yola çıkan yürüyüş kolu 80 bin kişiyken, Gerede'ye vardığında 150 bini aşmıştı. İşçiler yol boyunca geçtikleri her köye, her kasabaya kendi sınıf karakterlerini taşıyor, devrimin müttefiki olan diğer bütün kesimleri de örgütleyip harekete çekiyorlardı. Bütün ezilen ve sömürülen kesimler kendi sorunlarının çözümünü de orada görüyor, işçi sınıfının yanında saf tutuyorlardı. Yürüyüşe katılamayanlar da destek kampanyaları örgütlüyor, toplanan yaşam malzemeleri işçilere ulaştırılıyordu. İşçi sınıfı daha baştan harekete kendi kolektif karakterini verirken, bütün dünyaya, dost, düşman herkese devrimin fiili öncüsü olduğunu bir kez daha gösterdi.
Zonguldak madencilerinin eylemi dünyanın her yerinden işçilerin sempatisini ve enternasyonal desteğini yanında buldu. İngiltere'de liman işçileri Türkiye'ye gidecek kömürleri gemilere yüklemeyi reddetti, engelledi. Güney Afrika'nın ırkçı Apardheid rejimi altındaki maden ve liman işçileri tarafından Türkiye'ye kömür sevkıyatı engellendi.
Eylem Zonguldak-Ankara yürüyüşüydü, ancak bununla sınırla kalmadı, İstanbul'dan Diyarbakır'a, İzmir'den Sivas'a kadar bütün kentlerin işçi ve emekçilerini örgütleyip harekete geçirdi. Hiçbir kentteki işçi ve emekçiler bu eylemin dışında kalamadı, etkin olarak desteklediler. Eylem proletarya ve halklara umut verdi. Eylemin başındaki sendika ve sendikacılar hiç hesaplamasalar da; hatta onlara rağmen adeta işçi sınıfının iktidar yürüyüşünün bir provası oldu.
Gelişmelerin kendileri açısından ne kadar tehlikeli olduğunu fark eden tekelci sermaye ve faşist devlet, işçilerin yoluna askeri barikatlar kurdu, orduyu devreye soktu, ama yine de eylemin önüne geçemedi. İşçilerin öne çıkan doğal liderlerini ve sendikacıları toplayıp, tehdit ederek, ama aynı zamanda taviz verip geri adım atarak işçilerin bazı taleplerini kabul etti. Böylece, eylemi bitirmelerini sağladı.
Kendiliğinden bir eylem olarak başlayan ve gelişen bu eylem, işçi sınıfının bilincindeki değişimin ve devrimci fikirlerin işçiler arasında nasıl yerleşip kök salmaya başladığının da bir göstergesi oldu. İşçiler kendi işleriyle, madenlerle ilgili taleplerinin yanı sıra, "Zonguldak-Botan Elele" sloganını haykırdılar. Yani işçi sınıfı diğer ezilen kesimlerin sorunlarına da sahip çıktığını, Kürdistan sorunu karşısındaki tutumunu açıklıyordu. Bu slogan Leninistlerin ulusal sorundaki perspektifinin ifadesi olan Kürt-Türk halklarının mücadele birliği sloganının verili somut koşullarda işçilerin kendi dillerindeki ifadesiydi aslında.
90'lı yıllara geldiğimizde, altı çizilmesi gereken en önemli olgulardan birisi Kürdistan'da yükselen ulusal kurtuluş mücadelesi oldu Daha önce belirttik, 84'ten itibaren gerilla savaşı başlamıştı. 90'ların başında mücadele gerillayla sınırlı kalmamış, bütün bir halka mal olmuştu. Binlerce genç, sadece Kürdistan'dan değil, İstanbul, Ankara gibi metropollerden Avrupa'dan işlerini, üniversiteleri bırakıp yönünü dağlara çevirirken, Diyarbakır başta olmak üzere hemen bütün kentlerde hareket halka mal olmaya başlamıştı. Özellikle 91 Newrozundaki büyük kitle eylemlerinin cüretkar atılımı karşısında dehşete düşen Türkiye tekelci sermayesi ve devlet güçleri, birleşik devrimin Kürdistan ayağını ezmek, devrimi bastırmak için kitle gösterilerine ateş açmaya, köy yakmalara, boşaltmalara, "faili meçhul" olarak bilenen onbinlerce insanının kaçırılıp katledilmesini uygulamaya başlamış; ama ne yaparsa yapsın başarısız olmuş, devrimci gelişmeyi durduramamıştı.
Bu dönemde 70'li yıllarda Türkiye'de uygulanan devrimci, demokrat aydınların suikastlarla katledilmesi, Kürdistan'da uygulanmaya başladı. Vedat Aydın, Ape Musa (Musa Anter) gibi aydınlar ve kitle önderleri katledildi. Katledilenlerin her birinin cenaze töreni yüzbinlerin katılımıyla gerçekleştirildi. Bu cinayetleri planlayanların istediklerinin tam tersi oldu; kitleler korkup geri çekilir hesabı yapanlar yanıldı. Geri çekilmek bir yana Kürt halkı daha kitlesel, daha güçlü olarak ileri atıldı.
Burada iç savaşın bir kaç yıl sonra çok daha fazla öne çıkacak olan bir başta cephesine, zindanlara değinmeden geçemeyeceğiz. 12 Eylül askeri faşist cunta tutuklayıp zindanlara kapattığı devrimciler üzerinde büyük baskı kurdu, teslim almaya çalıştı. Diyarbakır zindanında yaşanan vahşet ve direniş daha sonra pek çok kitaba ve filme konu oldu. 80'lerin ilk yarısında Diyarbakır ve Metris Zindanlarındaki direniş belirgin olarak öne çıktı. Ölüm oruçlarında, feda eylemlerinde onlarca insan ölümsüzleşirken, pek çok devrimci de sakat kaldı, kalıcı hastalıklara yakalandı. 1988'de tek tip elbiseye karşı Türkiye ve Kürdistan'ın neredeyse bütün zindanlarında eş zamanlı açlık grevleri yapıldı. Zindanlarda başlayan bu eylemler dışarıya taştı. Büyük kentlerde her gün gösteriler yapıldı; Amed başta olmak üzere pek çok kentte 10 binin üzerinde insan açlık grevine oturdu, tutsak aileleri TBMM'yi işgal etti. Hükümet tek tip elbiseyle ilgili bütün yasal mevzuatı geri çekti, iptal etti; zaten uygulayamadığı bu politikadan vazgeçti.
Zindanlar, bu eylemlerle toplumun gündeminde baş sıraya oturdu. Bu tarihten itibaren yapılan bütün mitinglerde, gösterilerde, konserlerde ve kitle eylemlerinde "zindanlar boşalsın" sloganı yaygın olarak atıldı. Sermayenin zindan politikasında gedikler açıldı; zindanlar 88'den önceki işlevini yitirdi. Devrimci mücadelenin gelişimini engellemek bir yana, ona itilim vermeye başladı.
Devlet burada, bir taşla çok kuş vurmayı amaçlayarak terörle mücadele yasasını (TMY) çıkardı. Bu yasayla Musolini'nin faşist İtalyasından alınan TCK'nın komünizm propagandasını ve komünist partisini yasaklayan 141-142 maddeleri kaldırıldı. Yine bu yasayla müebbet ve idam cezası alanlar 8-10 yıl yatınca serbest bırakıldı. Ancak Kürdistan'ın özgürlüğü için savaşanlar 16-20 yıl yatacaklardı. Sosyal reformistler 141-142. maddelerin kaldırılması için yıllarca mücadele etmiş ve bunu başlı başına bir “program” haline getirmişlerdi. Tekelci sermaye sınıfı ve hükümet bu iki maddeyi kaldırarak tek tek ileri sürülen reform isteklerinin nasıl işçi sınıfı ve emekçilere karşı kullanılabileceğinin tipik örneğini verdi. Çünkü 141-142 yerine getirilen yasa aslında proletarya ve halkalar karşı bir saldırıydı. Hem bundan sonra mücadele edeceklere, tutsak düşenlere ağır hapis cezalarını daha da arttırıyor, hem de yıllar sonra uygulayabilecekleri hücre tipi zindanların yolunu açıyordu.
Öte yandan bu yasa aslında düzene dönüşün, sistem için mücadelenin, yani sosyal reformizmin önünü açarken, zora dayalı devrim anlayışıyla devrimci mücadeleyi sürdürmekte ısrar edenleri ağır hapis cezalarına çarptırmayı düzenliyor, politik çevirme harekatının yasal zeminini hazırlıyordu.
Özgür Güven