AB Dışişleri Bakanları toplandı. 11 Aralık’taki “liderler zirvesi” öncesi bir “alan temizliği” ve zemin oluşturma mahiyetinde bir toplantı. Tartışılan temel konulardan biri Türkiye. Doğu Akdeniz meselesi, Kıbrıs, Libya... ve tabii bunlara bağlı olarak Türkiye’ye uygulanacak olası yaptırımlar.
Daha önce Merkel’in (“dönem başkanı” Almanya'nın) özel çabalarıyla yaptırımlar bir şekilde engellendi. Avrupa basınındaki tabirle “Erdoğan uçurumun kenarından alındı”. Ama bu defa baskı daha büyük ve Almanya'nın gücü yetmeyebilir yaptırımları engellemeye. Haliyle Ankara’da tedirginlik büyük.
Bu yüzden Oruç Reis’in 29 Kasım’da biten “arama tarama faaliyetleri” uzatılmadı. Limanda uslu uslu yatıyor. Sonrasında Fransa, Yunanistan, Mısır, Kıbrıs ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin ortak “Medusa 10/2020” tatbikatı oldu. Ankara’nın rakipleri “gövde gösterisi” yaptılar. Altını çizmekte fayda var. Tatbikata katılan güçlerle Türkiye arasında askeri (askeri-teknik ve ekonomik) anlamda büyük bir uçurum var. Deniz gücü şöyle böyle ancak Yunanistan’a yetebilecek olan Türkiye’nin karşısındaki bu müşterek güçler, olası bir savaş sahasında Ankara’ya hiçbir şans tanımamaktadır.
İşin askeri boyutu böyle. Ama daha oraya varmadan, ilk elden “yaptırım sopası” dinci faşist iktidara gerekli mesajı vermeye yetti. Daha öncesinde de aynı sopa sallandığında bir süreliğine kuyruğu indirdi dinci faşizm. Yaptırımlar bizzat Almanya'nın özel çabalarıyla engellenince bir yandan, Oruç Resi Akdeniz’e yeniden yelken açtı, öte yandan Serrac’a silah taşıyan gemiler Trablus’a... (Geçenlerde Mersin Limanı’ndan demir alan Roseline-A’nın Alman deniz kuvvetlerince durdurulup aranması anımsansın.)
Bu defa Berlin’den de yüksek perdeden yaptırım sözleri yükselmeye başladı. 11 Aralık’ta gündeme gelecek yaptırım önerilerini Almanya’nın engelleyemeyebileceği basına servis edildi. Ankara, Oruç Reis’in limanda yatmasının yetmeyeceğini net olarak anlamış olmalı ki, tam da AB Dışişleri Bakanları toplantısının olduğu gün, “liderler zirvesi” öncesinde, bir “Doğu Akdeniz Çalıştayı” düzenledi.
Hariciye Nazırı Çavuşoğlu Mevlüt, toplantıda hazır ve nazır, sık sık kendisiyle çelişen uzun bir konuşma yaptı. Ardından RTE, canlı bağlantıyla konuştu ve “Muhataplarımızdan, Türkiye'nin uzattığı bu eli havada bırakmamalarını bekliyoruz” dedi. Her ikisi de hemen hemen aynı sözlerle “gelin bu sorunu ‘hakça paylaşım temelinde’ çözelim” konuşması yaptılar. (Bu “hakça paylaşım” meselesine birazdan geleceğiz.) RTE iki gün önce de aynı manaya gelecek sözler sarf etmişti. Görülmüş oldu ki “Tarzan zorda”. Bu açıklamalar hem bu zorda oluşun itirafıdır, hem de geri adımın bir “devlet politikası” olarak devreye alınmış olduğunun tescili.
Durum ciddi. AB’nin hemen her biriminden “kararlılık” ve “yaptırım” sesleri yükseliyor. Yunanistan ve Fransa bastırıyor. Ve Ankara açısından en kötüsü, kuşkusuz Almanya Dışişleri Bakanı’nın açıklamaları. Maas, “ Son aylarda Türkiye ile bir diyalog kurabilmek için çok çalıştık. Fakat çok fazla provokasyon oldu ve Türkiye'nin Yunanistan ve Kıbrıs ile yaşadığı gerilimler doğrudan görüşmeleri engelledi. Bu yüzden bunun sonuçlarının neler olabileceğini konuşacağız ve görüşümüzü liderler zirvesine ileteceğiz” diyerek durumu özetledi. Eğer bu toplantıdan “yaptırım uygulansın” görüşü çıkarsa, “liderler zirvesi” bu konuya nihai biçimi verecek. (Küçük bir not olması babında belirtelim. Maas’ın bu sözleri, Anadolu Ajansı’nda “Almanya Dışişleri Bakanı Heiko Maas, Avrupa Birliği'nin Türkiye ile diyaloğu sürdürmesi gerektiğini düşündüklerini söyledi.” şeklinde verildi. Artık nasıl okudularsa bu sözleri!)
Dinci faşizm için işlerin kesinlikle yolunda gitmediği aşikar. RTE’nin ve ekibinin art arda yaptıkları açıklamalar bunun açık kanıtıdır. Şimdi gelelim şu “hakça paylaşım” meselesine.
Her şeyden önce bu sözler, meselenin bir “paylaşım sorunu” olduğunu açık sözlü bir şekilde dile getiriyor. Bu haliyle konu, kesinlikle çeşitli ülkelerin sermaye sınıflarını ilgilendiren bir mesele. Paylaşım, onların işi. Çıkar, onların sınıf çıkarları. Açıktır ki bu paylaşımdan emekçi sınıflar yararına bir şey çıkmaz. Tersine, halkların düşmanlaştırılması ve birbirine kırdırılması uğursuz sonucu çıkar. Bu anlamda tüm bölge ülkelerinin işçi sınıfları ve emekçi halkları bu “paylaşım mücadelesi”nin tarafı olmayı kategorik olarak reddetmek zorundadır. İşin bir yönü bu. İkinci yönü, taraf olmayı kategorik olarak reddetmek de yeterli değildir. Sorunun köklü çözümü için, her ülke işçi sınıfının ve emekçilerin “kendi” burjuva sınıf egemenliğini yıkma mücadelesine güç katmaları gerekmektedir. İşçi sınıfı ve emekçiler cephesinden meselenin ele alınışı bu perspektifle olmak zorunda.
Gelelim burjuva sınıflar açısından “hakça paylaşım” meselesine. Burada dile getirilen “hakça”, “adil”, “eşit” vb. burjuva eşitlik ve adalet anlayışının iki yüzlülüğünü geçelim bir kalem. Burjuva dünyada, sadece uluslararası arenada değil, “ulusal çapta” da, her tür paylaşım, güce göre yapılır. Hak, hukuk dedikleri her şey, güçlü olanın, gücü oranında, çoğunu ya da tümünü aldığı bir düzendir. Uluslararası ölçekte bu türden güce dayalı paylaşımlar, son tahlilde savaş yoluyla gerçekleştirilir. Zira gücü ölçmenin savaştan başka bir yolu yoktur. Bölgesel yahut dünya çapında paylaşım işlerinin gidip gelip savaşa dayanmasının temel mantığı budur.
Burada Clausewitz’e atıfla, savaş yahut muharebe (çarpışma) kavramının her zaman sıcak çatışma anlamına gelmediğine işaret edelim. Zira savaş, politikanın zor araçlarıyla sürdürülmesidir. Bazen, politik amaca ulaşmak için zor araçlarını kullanma tehdidi, eğer güçler dengesi karşı tarafın sıcak çatışmayı göze alamayacağı bir durumdaysa, kazanmak için yeterli olabilir. Clausewitz bu şartlarda da çarpışma veya savaşı gerçekleşmiş sayar. Zira savaşın gündeme gelmesine yol açan politik amaca ulaşılmıştır.
Doğu Akdeniz (belki bir adım sonrası olarak Libya?) gerilimi, Türk kapitalist devletinin yenilgisi doğrultusunda ilerliyor. RTE ve ekibinden yükselen “hakça paylaşım” sözleri, ufukta beliren bu yenilginin, bu bozgunun dışavurumu. İşler sıcak çatışmaya varmayabilir. Ama her halükarda bu “savaş” gerçekleşmiş ve dinci faşizm savaştan yenilgiyle çıkmış olacaktır. Önümüzdeki dönemde, işler sıcak bir çatışmaya ulaşsın veya ulaşmasın, dinci faşizmin Doğu Akdeniz yenilgisi kayıtlara geçecek. Bunun işaretleri Ankara’da en üst seviyede verilmeye başlandı bile.