Her gün inanılmaz sayıda haber, olay, gelişme... toplumsal patlama için muazzam bir birikim ve yoğunlaşma olduğunu gösteriyor. Devrimi hala yığınların ellerinde devrim şiarları yazılı pankartlarla sokaklara akması olarak düşünen, hala kitlelerin patlama şeklinde gittikçe yoğunlaşan hareketinde “bilinçli ifade” arayan küçük burjuva aydınlar, hayallerindeki hareketi görememenin hayal kırıklığıyla savrulup duruyorlar. Kimileri “gerçek bir sınıf savaşı yok” diyecek kadar gerçeklerden kopmuş.
Oysa yaşamın diyalektiği hiç de o kafalardaki tumturaklı kurmaca yapılar gibi değil. Çok canlı. Dinamik. Çelişkiler üst üste binip çözülmez bir düğüm, bir kördüğüm halini aldığında, devrimin kendisi de artık bir zorunluluktan öte, kaçınılmazlık halini alır. Sistem için tüm çıkış delikleri kapanmış, “ara çözümler” tüm geçerliliğini yitirmiştir. Hareketin kendiliğinden yapısı, her şeye, her tür iradeye rağmen devrime doğru kayar. Bunun için ne bir takım “öncüleri” bekler, ne programları. Başarılı olup olmayacağı ayrı sorun. Ama kaçınılmaz bir şekilde gelmektedir. Unutulan, gözden kaçırılan en temel nokta budur. Bu yüzdendir ki hareketi salt onun öznel biçim ve öznel bilinciyle değerlendirenler, tarihin karamsarları olmuşlardır.
Önceki “tarihsel kuluçka” ve birikimden ayrı olarak, son yarım asırlık muazzam bir devrimci kapışma vardır bu topraklarda. Devrim, tüm bu tarihsel akışta adım adım önce gereklilik ve zorunluluk, sonra kaçınılmazlık halini almıştır.
Bu üst üste biniş, bu birikim, bu kördüğüm... tüm toplumsal gelişmeyi etkileyen, hatta onu belirleyen bir “rejisör” ortaya çıktığında, muazzam bir hız kazanan altüst oluş ile çözülür. Dünya tarihinde çoğu zaman savaş olmuştur bu rejisör. Özellikle de iki büyük dünya savaşı. Böylesi genel bir “rejisör”, tüm dağınık unsurları, tüm farklı çelişkiler yığınını bir araya toplar, tek bir potada birleştirir.
21. yüzyıl büyük toplumsal hareketlerle, sürekli genişleyen savaş çemberiyle açtı kapılarını. Ardından 2008 krizi ile derinleşti süreç. Dalga dalga yayılan ayaklanmalara tanık olduk. Devrimler, ayaklanmalar, savaşlar... birbirini izledi. Kriz derinleşti, isyan büyüdü, savaş yayıldı. Bir sarmal halinde gelişti tüm bunlar. Ve bu bunalım koşullarında küresel salgın patlak verdi.
Salgın, geçmişteki iki büyük dünya savaşının yarattığı etkiyi inanılmayacak kadar kısa bir zaman diliminde gerçekleştirdi. Üstelik dış savaşlardan farklı olarak şovenizmin, milliyetçi histerinin hiçbir işe yaramayacağı bir “rejisör” olarak ortaya çıktı. Salgının daha ilk gününden itibaren sınıfsallık hiç olmadığı kadar çıplak görüldü, hissedildi.
“Ekonomi çarkları dönmek zorunda” söylemi, sadece Türk tekelci kapitalizmi için değil, tüm kapitalist dünya için geçerli bir şiardı. Pratik yaşamın kendisi, geniş işçi ve emekçi yığınlara hakikati tüm çıplaklığıyla kavrattı. İşçi sınıfı, emekçi yığınlar, yoksullar virüsün pençesine atıldı. Salgın, tüm dünyada emekçi yığınları bir kanlı tırpan gibi biçti. Onun “es geçtiği” yerde işsizlik, kelimenin gerçek anlamında açlık devreye girdi. Meclis’teki “kuru ekmek” tartışması bu gerçeğin tutanaklara yansımasından başka bir şey değil.
Bu altüst oluşun yarattığı algı ve bilinç değişimi salt fabrikalara, salt işçi sınıfına has değil. Küçük burjuva mülk sahipleri, küçük esnaf, küçük üretici, uğradığı bu korkunç yıkımla birlikte muazzam bir değişim geçiriyor. Yokluk, yıkım ve ölüm bu kesimin günlük yaşamının yeni yol arkadaşı haline geldikçe, onlar da hızla isyan ve ayaklanma saflarına akıyor; proletaryanın yanına düşüyorlar. Devrimin kaçınılmazlığı tam da böyle güçleniyor.
Gelişmeler bu şekilde devrimci oldukça, hayat devrime aktıkça, oportünist harekette de devrim söylemi yaygınlaşıyor. Ama bir farkla! Yine şekilsiz, yine genel bir söylem olarak. Günün, anın, dönemin somut görevi olarak değil. Bir devrim programı, bu program etrafında oluşan bir devrim birliği olarak değil.
Sonuçta devrimi kaçınılmaz kılan olgu, aslında bu kesimleri böylesine “sol”a savuran akışta gizlidir. Artık emekçi yığınlar açısından her şey bir şeye bağlanmış durumda. Bir kez sokağa çıktıklarında o “bir şeyi” almadan dönemeyecekleri bir aşamaya ulaşmış durumda hareket. Yığınlar artık bunu bir sezgiden öte, bir edinilmiş eğilim, bir tutarlı kanaat olarak özümsemiş durumdalar. Zira sokağa indiklerinde bu işin dönüşü olmayacak. Sınıf düşmanları buna göre hazırlanıyor. İşçi sınıfı, emekçi yığınlar, Kürt halkı bu gerçeği görüyor, kavrıyor. Zor olan ilk adımı atmak. Ve o adım atıldığında geri dönüşü olmayan bir yolculuk başlamış olacak.
Ekonomik kriz salgınla birleştiğinde kelimenin gerçek anlamında ekonomik çöküş halini aldı. Tüm toplumsal dokuyu en temellerinden sarstı, geniş yığınları, en geri olanları bile uyandırdı, öfkeyle doldurdu. Emekçi yığınlar karakter sahibidir. Adım atmanın büyük bedeller gerektirdiği böylesi bir dönemde, kısmi hedefler için değil, sorunların köklü çözümü için çıkacaktır sokağa. Zira bu adımın kendisi artık ölüm kalım sorunu haline gelmiştir.
Ayaklanmanın ve devrimin kaçınılmazlığı bundan başka nedir ki!