Kadınlar vuruluyor, bıçaklanıyor, yakılıyor, üzerine beton dökülüyor, tecavüz edilip parçalanıyor, boğuluyor, intihara sürükleniyor... ölümün ve vahşetin her türlüsü, ama her türlüsü ile aramızdan kopartılıp alınıyor. Artık sıradanlaşan tarifsiz vahşetle kopartılıyor yaşamdan.
Taciz, tecavüz, ayrımcılık, baskı, şiddet... Sürüp atılıyorlar toplumsal üretim alanından. Önleri kesiliyor.
Dinci faşizm “aile kutsaldır” diyor, “annelik kutsaldır” diyor, başka bir şey demiyor. Diyanet’in takkelisi başta, tüm camilerden kadını dört duvar arasına hapsetmenin övgüsünü yapıyorlar. “Hiçbir meslek ya da hedef aile olmaktan, anne olmaktan daha önemli kabul edilemez” buyuruyor takkeli. Ve kadınlar işlerinden oluyor, geleceklerinden oluyor, dört duvar arasına evlere hapsediliyor...
Her türden gericiliğin ortak özelliklerinin başta gelenidir kadın düşmanlığı. Hepsinin genetik ortaklığıdır. Kadını baskı altına almak, eve kapatmak, “güdülen bir varlık” haline getirmek, yazgısını erkeğe bağımlı kılmaya çalışmak, “belirlenmiş toplumsal role” göre biçimlendirmek... Tüm gericiliğin ortak hayalidir bunlar.
Bu Orta Çağ kaçkını dinci faşistler ise, kadın düşmanlığının bayraktarlığını yapıyorlar. “Kadınla erkeğin eşit olması fıtrata terstir” diyen en tepedeki zat başta olmak üzere, hepsinin söylediklerine, yapıp ettiklerine bakmak yeterli. Bırakın kadınların özgürlüğünü, biçimsel eşitliğini, kadının adına bile tahammül edemiyor dinci faşizm.
Kadınlar acımasızca katledilirken, baskı ve şiddete uğrarken, ayrımcılığa tabi tutulurken, tarifsiz acılara sürüklenirken... onlar, kadının adını, göstermelik de olsa yer aldığı bir bakanlığın isminden dahi çıkardılar. “Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı”, 2011 yılında bir çırpıda “Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı” haline dönüştü. Ardından bu bakanlık da Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile birleştirildi ve “Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı” oldu.
Kadın kelimesine bile tahammül edemeyen, kutsanmış aile çerçevesi (ki, katıksız kadın köleliğinden başka bir şey değil) içinde kadını görünmez kılan, kişilikten yoksun eyleyen bu Orta Çağ kafası, kadın düşmanlığının bir numaralı azmettiricisidir. Kadın cinayetlerini, kadına yönelik şiddeti teşvik etmektedir. Buna rağmen “biz gelene kadar kadın kelimesinin adı yoktu Türkiye’de” diyecek kadar “soğukkanlı” yalancılardır.
Kadın cinayetleri, kadına yönelik şiddet, vahşet hep vardı bu düzende. Ama bu dinci faşistler döneminde hiç olmadığı kadar arttı. Kadın cinayeti rakamlarına bakıldığında, özellikle son dört yılda resmen “patlama” gerçekleşmiş durumda.
Bugün, sadece bir gün içinde, üç kadın katledildi. 2020 yılı boyunca ise 382! Tüm bu cinayetler, yalnızca kapitalist özel mülkiyetin beslediği “geleneksel erkek egemen kültürün” ürünü değil. Bu var elbette. Ama bundan daha fazlası var bu topraklarda. Bizzat siyasal iktidarın, dinci faşist iktidarın özel ve yoğun yönlendirmesi, teşviki var. İdeolojik açıdan bu katil sürüsünü, bu cani yönelimi özel olarak beslemesi var. Kadın düşmanlığını “kutsal bir hale” ile sarıp sarmalaması var.
1500 yıl öncesinin gerici kalıplarının allanıp pullanarak, camiler başta olmak üzere her türlü araç ve yöntemle böylesine yoğun biçimde propaganda edilmesinin, potansiyel katiller sürüsünün “kutsal ve ulvi esinler” ile kadınlar üzerin salınmasının temel bir nedeni var elbette. Bu, basit bir şekilde “dinin emirleri” yüzünden yapılmıyor. Hayır. Asıl olarak toplumsal değişim dinamiklerini durdurma/parçalama çabasının bir sonucu.
Kapitalist sistem ve toplum derin bir bunalım içinde. Sistem yıkılıyor. Değişim kendini dayatıyor. Ve bu değişimin en temel dinamiklerinden biri, kadınlardır; kadınların özgürleşme mücadeleleridir.
Tüm modern toplumlar tarihi, toplumsal devrim mücadeleleri kadınların muazzam kahramanlıklarıyla doludur. O kadar ki, mesela Paris Komünü sırasında gerici Times muhabiri “Eğer Fransız ulusu sırf kadınlardan oluşsaydı, ne müthiş bir ulus olurdu!” diye yazmaktan kendini alamamıştı.
Kadının özgürlük mücadelesi durdurulmadan, bu mücadele baskı altına alınmadan, toplumsal özgürlük mücadelesini, emeğin kurtuluş mücadelesini durduramayacağını çok net görüyor sermaye dünyası. Bu yüzden de doğrudan kadına, kadının özgürleşme mücadelesine saldırıyor. Onu baskı altına almaya, sindirmeye, en koyu kölelik çukuruna yuvarlamaya çalışıyor.
Kadın, “kölenin kölesi, ezilenin ezilenidir” ve ezen-ezilen ilişkisine dayanan sınıflı burjuva toplumun varlığını sürdürebilmesi, kadının bu kölelik ilişkisinin korunup sürdürülmesiyle yakından ilişkilidir. Dinci faşizm, ideolojik cephaneliğindeki bu dinsel mühimmatla, bu iş için son derece uygun bir araçtır. Kadın cinayetlerinin böylesine “patlaması” tam da bu durumun sonucudur.
Baskı ve vahşet ne kadar yoğunsa, ona karşı gelişen direnç ve isyan da o denli güçlü olur. Sermayenin ve onun dinci faşist iktidarının bu vahşeti, uzun süredir kadınlarda güçlü bir isyana, güçlü karşı koyuşun patlamasına yol açtı. Kadınlar tarihsel bir birikim eşliğinde muazzam bir isyana durmuş bulunuyor tüm dünyada. “Bir kişi daha eksilmeyeceğiz” diyorlar, sömürücülere “uykularınız kaçsın” diye meydan okuyorlar.
Her zaman olduğu gibi, tarihsel akışın tersine uygulanan zor ve baskı, amaçladığına karşıt sonuçlar doğuruyor. Burjuva gericilik tüm toplumu teslim almak için kadınlara saldırdıkça, kadın başkaldırıları toplumsal özgürlüğün kaldıraçlarına dönüşüyor. Foruier iki asır önce, o muazzam gözlem gücüyle, kadının özgürlük düzeyi ile toplumların gelişmişlik düzeyi arasında koşutluk kurarken nasıl da çağını aşarak o büyük gerçeği ifade etmişti!