Tarihe, topluma, savaşa, siyasete... “sınıf penceresinden bakma” perspektifi unutulunca, alabildiğine sığ, günübirlik sonuçlara ulaşmak, en beylik görüşleri “devrimci politika” diye pazarlamak moda oluyor.
En temel “reform” uygulamaları, bu “sınıfsal temel” gözden kaçırıldığında, işçi sınıfına değil, doğrudan burjuvaziye hizmet eden bir araca dönüşür. Örneğin “işçi denetimi” konusunu alın. Sosyalizmin temel talep ve uygulamalarından biri olan “işçi denetimi”ni kapitalist bir ülkede uygulamak istemek, katıksız bir ekonomizm olmanın ötesinde, işçi yığınlarını aldatmanın ve kapitalistlere kar üretimini “maksimize etmenin” aracına dönüşür. Buna rağmen “üretimde işçi denetimi”nden tutun, pek çok bütçe meselelerinde de “işçilerin denetimine açılması” talebi sosyalist basında eksik olmaz. En hafif deyimiyle bu “sivil toplumcu” istemler, mevcut kapitalist yapının güçlendirilmesi, işçiler üzerindeki modern kölelik zincirinin sağlamlaşması sonucunu yaratır.
Ya da bir başka konuyu, devletleştirme (“kamulaştırma”) konusunu düşünün. Özellikle şu salgın günlerinde sık sık dile getirilen bir talep. Başta sağlık hizmetleri olmak üzere, bir dizi alan için çokça dile getirildi. “Eğitimin ve sağlığın piyasalaştırılması” eleştirisi üzerinden gerekçelendirilmeye çalışıldı bu talepler.
Pandemiyle birlikte kapitalist ülkelerin sağlık sistemlerinin içler acısı hali bir çırpıda açığa çıktı. Bu temel hizmetlerin “piyasalaştırılmasının” halk yığınları ve genel olarak toplum için nasıl büyük bir yıkım taşıdığı herkes tarafından net bir şekilde görüldü. Ve kuşkusuz milyonlarca ve milyonlarca emekçide muazzam bir öfke yarattı bu durum. İşte tam bu noktada çeşitli siyasal hareketlerden “çözüm önerisi” adına “kamulaştırma/devletleştirme” çağrıları yükseldi. Sosyalizmin “önleyici sağlık hizmetleri”ne dayanan anlayışına karşılık kapitalizmin “tedavi odaklı sağlık hizmetleri” anlayışı, sanki iki ayrı toplumsal sistem sorunu değil de, basit bir kamu sektörü ile özel sektör ayrımından doğuyormuş gibi!
Devlet kimin devleti, verili devlet hangi toplumsal ilişkiler üzerinde yükseliyor, hangi üretim ilişkileri geçerli mevcut toplumda... soruları sorulmuyor. Her şeyden geçtik, böyle bir çağrının kendisinin, geniş yığınlar için devletin “kendi devletleri” olduğu yanılsamasını yaratacağını bile görmüyorlar.
Sadece sağlık ve eğitim alanı değil. Salgının derinleştirdiği kriz ortamı, geniş yığınları tamamen yokluğa sürükledi. Şimdi burjuva “muhalefet” bile milyonların korkunç yokluğuna, açlığına dönük propaganda faaliyetine girişti. Tüm bu yıkımın müsebbipleri olarak “saray ve çevresini”, bir avuç sermaye kesimini, “beşli çeteyi” topun ağzına sürerek, bu “yağmacıların” ellerinde avuçlarındakileri kamulaştıracaklarını ilan ediyor burjuva “muhalefet”. Sosyal reformist hareket de bu türden çıkışlar yapıyor. Ama sadece bu “beşli çete” için değil, bir dizi alanda “kamulaştırma/devletleştirme” çağrıları yapıyor sosyal reformistler. Kapitalist bir toplumda, sermaye sınıfının devletinin bir dizi alanda gerçekleştireceği “devletleştirmeyi” sorunların çözümü diye getiriyorlar. İnanılır gibi değil, ama tastamam böyle!
Her sakallı dedeniz olmadığı gibi, her tür devletleştirme (“kamulaştırma”) de emekten yana bir girişim değildir. Siyasetin abecesi olan bu temel doğruları sık sık hatırlatmak zorunda kalmak usanç ve utanç verici. Kapitalist toplumda çeşitli işletmelerin, üretim araçlarının, toprakların, aklınıza gelebilecek her şeyin, devlet mülkiyetinden bireysel mülkiyete geçişi, ve dönem dönem bunların tersine dönüşü, sıkça gerçekleşir. Buna, bu tarz hareketlerin bir tabu gibi gösterildiği ABD dahil! (İnanmayan 2008 döneminde devletin hayat öpücüğü vermek için el koyduğu “zombi şirketlere” bakabilir!) Kapitalist ilişkiler temelinde kalmak kaydıyla, bir dizi işletmenin, hadi diyelim “sağlık ve eğitim gibi stratejik sektörlerin” genelinin, kapitalist devletin mülkiyetine geçmesi, emekçiler için çözüm olmadığı gibi, sermayenin emek üzerindeki egemenliğini daha da sağlama alan uygulamalar anlamına gelir. Ve yarın şartlar değiştiğinde bu “stratejik sektörler” dahil, en temel doğal kaynakların bile yine “özel sektöre” geçişine tanık olunur. Bir kez daha, sorunun çözümü, yüzeydeki kısmi değişimler değil, soruna yol açan temelin değiştirilmesiyle mümkündür.
Kuşkusuz sadece bu tarzda talepler değil, olağan şartlarda burjuvazi tarafından bir aldatma aracı olarak kullanılmayacak hiçbir “demokratik reform talebi” yoktur. Bu, bilinen genel doğrudur. Fakat devrim perspektifine bağlanmamış hiçbir “demokratik reform talebi”nin de, bırakın işçi sınıfını kurtuluşa yaklaştırmayı, onu burjuvazinin kuyruğuna takmaktan başka bir sonucu yoktur.
Devrime bağlanmamış hiçbir demokratik istem, hiçbir iyileştirme/reform talebi, işçi sınıfı hareketini ileri taşıyamaz. Bilinç bulanıklığı yaratır, burjuvazinin düşünsel ve pratik egemenliğini güçlendirir. Buna, örneğin çözüm önerisi adına sadece “esnafların borçlarının ödenmesi” vb. türde “günlük pratik öneriler” de dahildir.
Peki tüm bu sorunları, işçilerin ve geniş emekçi kesimlerin istem ve özlemlerini nasıl ele alacağız? Görmezden mi geleceğiz? Üzerinden mi atlayacağız? Hiç de değil. Tüm bu acılara dokunmak, paylaşmak, en sıradan talepler için mücadele eden tüm emekçi kesimlerin içinde olmak, omuz omuza olmak boynumuzun borcudur. Ama asla onlara “çözüm yolu” diye bu talepler uğruna dövüşmenin gerek ve yeter olduğu yalanını söylemeden.
Çözüm, bu devletin yıkılması, iktidarın ele geçirilmesi ile başlayan bir süreçtir. Güncel sorunlar, emekçi yığınların arzu ve istekleri, özlemleri, ancak bu hedefe bağlı bir ajitasyon ve propagandanın konusu olabilir.
Sosyal reformistler, çelişkileri yumuşatmaya, toplumsal uzlaşma sağlamaya çalışırlar. Devrimci güçler ise, sömürü düzeni ayakta kaldıkça emekçilerin payına sadece ücretli köleliğin, yoksulluk ve sefaletin düşeceğini bilerek çelişkilerden burjuva düzeni yıkmak için yararlanmaya çalışırlar. Ayrım bu kadar nettir.