Dinci faşizm baskıyı sürekli yoğunlaştırıyor. Emekçi yığınları her geçen gün daha fazla sıkıştırıyor, baskı atmosferinde boğuyor. Her gün yeni baskı ve saldırı haberlerine uyanıyor toplum. Toplumsal basınç hızla patlama noktasına doğru yükseliyor.
Gergerlioğlu’nun vekilliğinin düşürülmesi ve faşist Devlet’in açıklaması sonrası apar topar Meclis’ten polis baskınıyla gözaltına alınması; pek çok HDP’li vekil hakkında bir dizi fezlekenin tamamlanması; HDP hakkında kapatma davasının açılması; kendilerine yönelik baskı, saldırı ve cinayetler sebebiyle sürekli istim üzerinde olan, sık sık sokaklara çıkan kadınları adeta çileden çıkarmak istercesine İstanbul Sözleşmesi’nin askıya alınması; mutat hale gelen “şafak operasyonları” ile her türden muhalifin gözaltına alınması; Newroz kutlamalarına pek çok yerde saldırılar yapılması... Bunlar sadece son birkaç günün olaylarının bir kısmı. Burjuva cephedeki kaotik ortamı, görevden almaları, göreve atamaları, ağızlarda salya köpük yükselen tehditleri vb. saymıyoruz bile. Sadece şu birkaç günün kabataslak görünümü bile, nasıl olağanüstü bir dönemin içinde olduğumuzu göstermeye yeter.
Olağan mantık, hadi liberal mızmızların ve sosyal reformistlerin kullanmayı sevdikleri kavramla söyleyelim, “devlet aklı”, biriken basıncın patlamaya yol açmaması için “hava delikleri” açmayı önerir. Dünyanın pek çok yerinde burjuva yönetimler böyle davranır. Hareketi absorbe edebilecekleri seviyede tutabilmek için toplumda biriken öfkenin bir kısmını çeşitli yöntemlerle boşaltırlar. Ama dinci faşist iktidar tersini yapıyor. Bu “mantıksızlık”, bu “aklını yitirme hali” şaşırtıcı gelebilir çoklarına. Tabii o “çokları”, politik adımların gerçek hayatta değil de masa başı planlarla atıldığına inandığı için...
Her öznel yönelim, planlama, politik adım... kendini kuşatan toplumsal atmosferin, nesnel sınıflar savaşımının baskısı altında gerçekleşir. Öznel niyetler, istekler, planlar, ancak bu nesnellikle çakıştığı/örtüştüğü oranda bir toplumsal etken haline gelir, bir güç olarak siyaset sahnesine çıkar. Bu genel/nesnel eğilimin dışında, yahut ona ters öznel yönelimler, kişi veya grubun toplumsal ilişkiler ağındaki “özgül ağırlığı” ne olursa olsun, sonuçsuz kalır. Ağırlığı oranında bu nesnelliğe etki eder, onu “bozar”, “büker”... ama nesnelliğe ters ise, sonuç değişmez.
Dinci faşist iktidarın bu gözü karartmış saldırganlığının burjuva siyasasında böylesine etkin ve belirleyici olması, tam da bu çerçevede gerçekleşmektedir. Toplumun derinliklerinde güçlü bir kalkışma mayalanıyorken, sermaye sınıfı kanlı bir diktatörlükten başka neye güvenebilir ki!
Burjuva egemenlik tüm dünyada derin bunalım içinde. Varlık yokluk savaşı veriyor. Siyasal yazında sık sık karşımıza çıkan “otoriterleşme eğilimi”, bu derin bunalımın, bu çöküş sürecinin doğrudan sonucu. Her kriz ve bunalım dönemi, sınıfsal kutuplaşmanın uç noktaya varmasına yol açar. Bunalımdan çıkış, ya emeğin çıkarları doğrultusunda eski toplumsal yapının yıkılıp aşılması ile olur, ya da emeğin toplumsal hareketinin yoğun ve kanlı saldırılarla geriletilmesi ile. Hemen tüm büyük bunalım dönemlerinin evrensel kuralıdır bu.
Belli başlı tüm kapitalist ülkelerin burjuva yönetimleri, birbiri ardı sıra baskıcı, saldırgan bir yönelime giriyor. Daha düne kadar “demokrasi, insan hakları” sakızını çiğneyen ülkeler, bir anda en vahşi saldırganlığa imza atıyor. Kimi Avrupa ülkelerinde bu “ani” sertleşme, pek çok sosyalist çevreyi şaşkına çeviriyor. “Türkiyelileşme” kavramı, (Erdoğan ve dinci faşist iktidarın uygulamalarının örnek alınması anlamında) belirli bir yaygınlık kazanıyor.
Krizlerle devrimler arasında Marx ve Engels’in 160 yıl önce kurdukları teorik bağı bir türlü hatırlamak istemeyenler, bunalımlar sürecini daima tek yönlü bir süreç olarak ele alır ve “otoriterleşme eğilimleri” üzerine yazıp çizmekle yetinirler. Oysa süreç iki karşıt kutbu barındırır ve devrimci Marksistler için kriz/bunalım dönemleri proleter devrimin alabildiğine güncelleştiği dönemlerdir. Tüm bunlar, işin abecesi olan evrensel özelliklerdir.
Sonuçta bu kriz/bunalım döneminin ortak özelliği olarak tüm kapitalist dünyada sınıflar savaşı sertleşiyor. Burjuva yönetimler, istisnasız hemen hepsi, kendi ülkelerinin tarihsel koşullarına bağlı bir hız ve derinlikte, baskıcı ve saldırgan bir yönelime giriyorlar. Her türlü uzlaşmacı politika, bizzat nesnel yaşam tarafından geçersizleştiriliyor.
Yoğun baskı ve saldırı politikası, birbirine karşıt, çelişik iki güncel duruma yol açıyor. Birincisi, toplumsal hareketi durdurmak ve geriletmek adına uygulanan baskı ne kadar yoğunlaşırsa, toplumda biriken öfke ve kızgınlık o denli sıkışır. Toplum, önü alınmaz bir şekilde büyük kalkışmalara, ayaklanmalara doğru yol alır. Artık küresel evrensel bir özellik halini alan bu durum, dinci faşizm koşullarındaki Türkiye’de çok belirgin olarak öne çıkmakta.
İkinci olarak, bu yoğun baskı ve saldırı dalgası, “genel bahane” haline dönüşemeyen her “lokal” olayda denetimsiz küçük/sınırlı patlamalara yol açma potansiyeline sahiptir. Esneme politikaları ile toplumsal basıncın bir kısmını boşaltamayan burjuva yönetim, bu “basınç düşürme” işini, denetimsiz küçük ve sınırlı patlamalarla sağlamış olur. Her hal ve şartta sermaye açısından karar ve yönelim nettir: Birleşik devrimin ezilmesi!
Dinci faşist iktidar, farklı dinamiklere sahip, farklı taleplerle harekete geçen değişik toplumsal kesimlere dönük saldırılarla, toplumsal ayaklanma güçlerinin bir bütün halinde harekete geçmesine engel olmak gibi bir amaç güdüyor. Bu hamlenin boşa çıkarılması için, toplumsal ayaklanma güçlerinin her alanda birleşik hareketinin örülmesi hayati öneme sahip.
Birleşik devrim güçlerinin devrimci odak yaratma görevi her geçen gün daha yakıcı bir hale geliyor. Bunu başardığımız oranda dinci faşizmin yoğunlaşan saldırıları topyekun ayaklanmayı güçlendirmekten başka bir sonuç doğurmayacak. Sonucu birleşik mücadelemiz belirleyecek.