Salgının başından beri yazıyoruz. İşçiler salgından/hastalıktan ölmekle açlıktan ölmek ikilemine sürüklendi diye. İşçilere en aşağılık koşullar dayatıldı. Sonuçta işçilerin sürüklendikleri yol, ya ölüm-ya ölüm ikilemiydi özünde.
“Ekonomi çarklarının dönmek zorunda olduğu ülke” (RTE) tanımlamasıyla dinci faşist iktidar, sürecin baş mimarı oldu. Ve Kovid-19, pek çok araştırmanın doğrudan gösterdiği gibi işçi ve emekçileri aileleriyle birlikte kırıp geçiren bir “meslek hastalığı” (daha doğrusu “sınıf hastalığı”) haline geldi.
Türkiye’de “korona haritası” tümden kırmızıya kesti. Resmi rakamlarda bile salgının en hızlı yayıldığı ülke oldu. Gerçek durumu varın siz düşünün!
Bu korkunç şartlarda cepheye sürüldü işçiler. Hem de mühimmatsız ve korumasız olarak. Sürecin her geçen gün daha büyük yıkımlara kapı aralaması kaçınılmazdı. En sıradan mantık bile bunu söylüyordu. Bilimciler ise bütün güçleriyle haykırıp durdular. Ama sermaye egemenliğine dayalı dünyada bilimin ve bilimcilerin sesi asla, ama asla duyulmaz, halk sağlığı biliminin gerekleri karşılanmaz. En “gelişmiş” kapitalist ülkede de böyledir bu, en “geri kalmış” olanında da. Dev ilaç tekellerinin karları uğruna her gün on binler halinde ölümün kucağına atılır insanlar. Kar, sermayenin tek yaşam ateşidir. Ve bu ateş, milyonlarca canlı insanın bedeniyle yanar. Bunun ötesi lafı güzaftır.
Sadece şu salgın döneminde “dolar milyarderleri” haberlerine bakmak bile kafi. Piramidin tepesine çıkıldıkça, iki elin parmaklarını geçmeyen insanın servetleri katlanmış durumda. Bir avuç insan milyarlarca insanın toplamından daha fazla zenginliği elinde tutuyor. Ve bu korkunç “birikim”, tam da şu salgın döneminde durdurulamaz bir hızla gerçekleşiyor. Her şey bütün çıplaklığıyla ortada değil mi?
Aşılar, aşı savaşları, “aşı milliyetçiliği”... adına her ne diyorlarsa, bu tatlı karlar uğruna “politika erbabının” yürüttüğü kampanyalardır. Sermaye düzeni en ufak bir insani değer belirtisi göstermeksizin, büyük bir soğukkanlılıkla insanları ölüme sürüklemekte. “Vatan millet Sakarya” edebiyatıyla esip gürleyen bütün kapitalist düzen yöneticileri, “kendi” yurttaşlarını bu kar makinesinin dişlilerine gözü kapalı atarlar. Hele diğer ülke yurttaşları... onların varlığını bile umursamazlar. Dünya Sağlık Örgütü’nün aşıların adil dağıtımı konusunda yaptığı uyarılar, dağın taşın bile yüzünü kızartır ama... bu kapitalist uygarlığın temsilcileri oralı olmaz.
Salgının başında özellikle İtalya’da işçiler “kapanma hakkı” için grevlere gittiler. Virüsün, salgının kucağına atılmaya karşı çıktılar. İspanya’da, Kanada’da, daha bir dizi ülkede benzer tepkiler gelişti. Bir dizi “gelişmiş” ülkede işçi sınıfı hareketinde bu yönde bir eğilim ve hareket, belirli bir dönemdir var. Yayılıyor da. Daha yakın zamanda Alman Der Spigel’de bu gerekçeyle grev çağrısı yapılan bir makale yayımlandı. Köklü bir çözüm olmaktan çok uzak olsa da, işçiler, salgının kucağına atılmaları karşısında bu tür tepkiler gerçekleştiriyorlar. Şu ya da bu oranda “sosyal destek ödemeleri” yapılan ülkelerde bu tarz hareketler belirli bir zemin de buluyor.
Bizde ve bizim gibi ülkelerde ise, ekonomik açıdan tam bir yıkım, kelimenin gerçek anlamında açlık, dizginsiz bir iflas söz konusu. Emekçi yığınların ve milyonlarca küçük esnaf ve üreticinin, herhangi bir şekilde desteklenmesi şöyle kalsın, IBAN dağıtılarak, elde avuçta olanların istendiği bir “salgın yönetimi” var. Salgının, virüsün kucağına atılan çalışan işçiler “şanslı” kategorisinde. Zira, işsiz olan milyonlarcası doğrudan açlıktan ölümün kucağına atılıyor. Hemen her sektörde büyük tekellerin karları inanılmaz boyutlarda artıyorsa, işçi ve emekçiler bu “savaşta” tam da bu şekilde “cepheye” sürüldüğü için!
Yüz binlerce işçi Kod-29 ile işten atıldı. Yüz binlerce işçinin ücretleri ödenmiyor. Ücretsiz izin aldı başını gitti. Varını yoğunu satlığa çıkarıyor insanlar. Bebek bezine, yatak örtüsüne varana kadar hem de! Bundan sonrası... Sonrası yok artık! Geri çekilebilecek bir yer yok. Sıkılacak diş kalmadı.
Öfke kınında durmaz oldu. Her yerde öfkeli işçi grupları eylem halinde. Her gün gözaltına alınıyorlar, ama ertesi gün yine eyleme koşuyorlar. Çünkü kaybedecek hiçbir şeyleri kalmadı.
İşçi eylemleri belirgin bir tırmanma eğiliminde. Sürekli vurguladığımız gibi, küçük, birbirinden ayrı, yaygın işçi eylemleri süreklilik gösteriyor. Ve her eylem, kelimenin gerçek anlamında inatçı, direşken özellikler taşıyor. Artık uçurumun kenarına dayanan bir sınıf kavgaya atılıyor.
Çelişkiler keskin, çatışma derin. Mevcut durumun sürdürülebilirliği söz konusu değil. Bunu herkes görüyor. Tüm dünyada bütün yönetimler, bütün sınıflar artık sürdürülemezliğin farkındalar. Tam da bu yüzden yukarıda değindiğimiz türde “grev çağrıları” yayılıyor belli başlı yerlerde. Bizzat dile getirenlerin de itiraf ettikleri gibi, sermayeyi alaşağı etmek amacını taşımıyor. “Evde kal”ma hakkını fiili olarak kazanma üzerine kurulu. İşçilerin ve ailelerinin sağlıklarıyla, daha az hasta olma ve daha az ölüm riski altında olmayla ilgili.
Fakat bizde ve bizim gibi ülkelerde, mevcut şartlarda, bu türden taleplerin reel yaşamda hiçbir karşılığı yok artık. Söz konusu taleplerin uygulanabilirlik tartışmaları bir yana, mevcut sınıf ilişkileri, verili çelişki ve çatışmalar, bu noktayı çoktan geride bırakmış durumda. Meseleyi neresinden tutarsanız tutun, doğrudan bu düzenin yıkılması dışında hiçbir çıkış yolu yok. Ne küçücük ve geçici adım anlamında bir çıkış (reform-cuk) imkanı var, ne hükümet değişikliği vb. yolla bir çıkış imkanı. Halihazırda gerçekleşen toplumsal yıkım, tam bir sistem yıkımına dönüştürülmeksizin bir kurtuluş umut ve olanağı bulunmuyor.
Güncel şartlarda, yaygınlık kazanan işçi eylemlerini, dönemin ruhuna uygun örgütsel araçlarla destekleyerek ilerlemek mümkün. Konsey (meclis vb.) türünden işçi örgütlenmeleriyle bu dağınık eylemlerin birleşeceği ana kanallar yaratılmalıdır.
Bu küçük ayrı akışları birleştirecek ana yatak, işçi konseylerinin hızla vücut bulması ve birleşmesiyle mümkündür. Birleşik işçi faaliyetinin temel dayanağı burasıdır.