Şubat’tan Ekim’e
En önemlisi, Çarlık rejiminin Şubat’ta 8 günlük şiddetli bir iç savaşta yıkılmış olmasıdır. Putilov fabrikasında ilan edilen grev, Petrograd’ın açlık isyanlarıyla birleşince Çarlık polisi katliamlara girişti, onlarca işçi öldü.
Bunun üzerine harekete başkentteki askeri birlikler dahil oldu. Bolşevik işçiler bir silah deposunu basıp proletaryaya 40 bin silah dağıttı. Kısa sürede polis karakolları ateşe verildi, zindanlar basıldı, yıkıldı, subaylar silahsızlandırıldı. Öyle ki bir İngiliz general “Petrograd’ta kılıç kuşanan tek kişi benim” diyordu. (Bakınız 1917 Sovyet Devrimi) Konuya ilişkin Lenin “hayal kurmayalım” uyarısında bulundu: “Devrim, sadece, tamamen farklı akımlar, tamamen heterojen sınıf çıkarları, birbirine tamamen karşıt politik ve sosyal eğilimler, olağanüstü Orijinal bir tarihsel durum sayesinde birleştikleri ve garip bir biçimde ‘toplu’ ortaya çıktıkları için bu kadar hızlı ve -dış görünüşte, ilk, yüzeysel bakışta- bu kadar radikal zafer kazanabildi.” (Seçme Eserler, Cilt 6, s 21-22)
Bu 8 günlük iç savaş burjuva demokratik devrimin tamamlanmasını sağlamıştı, ama ortaya çıkan hareket, daha yüksek bir aşamaya geçişin koşullarını da yaratmıştı. Bu koşul, sovyetlerde, devrimin ilk günlerde iktidar olan işçi ve asker köylüleri silahlandıran “Ne polis ne halktan ayrı bir ordu ne de halkın üstünde her şeye kadir bir bürokrasi” bırakan komün tipinde bir devlet. Bu yüzden Lenin, devrimin ilk günlerinde henüz İsviçre’deyken partiye yolladığı telgrafta “silahlı bir bekleyiş ve silahlı bir hazırlık durumunda kalınız” talimatı veriyordu. Böyle bir durumda iç savaş çağrısı yapmak doğru değildi. Tersine, günün görevi teşhir, propaganda ve kitleleri kazanmak yoluyla iktidarın sovyetlere barışçıl devriydi. Daha o zaman Lenin’i iç savaş şiarından vazgeçmekle suçlayanlara karşı verdiği cevapta bunun bir geçiş dönemi olduğu, silahlı gücün işçi ve askerlerin elinde bulunduğu, ortada halka “despot!” diye gösterilecek henüz kimsenin olmadığı, hatırlatıyordu. “Kapitalistler şimdi şiddetle değil, aldatmacayla hareket ediyor ve şimdi tecavüz diye bağırmak anlamsızdır, saçmadır... Hükümet savaşı başlatmadıkça, barışçıl bir propaganda yürüteceğiz.” (Seçme Eserler, Cilt 6, s 94)
Nisan-Temmuz boyunca, savaşımın üç iç savaş başlangıcı ve iç savaşa yakın bir düzeye erişmesi, hemen ardından Bolşeviklere saldırılar ve Kornilov darbesiyle gelişen burjuva iç savaş, Lenin’e seçimler ve iç savaşın ilişkisini değerlendirme fırsatı verir.
“Yukarıda sözü edilen ‘parlamenter’ seçimlerin verileriyle yığın hareketlerine ilişkin veriler arasındaki bu karşılaştırma, yığınlar üzerindeki etki ve onları savaşıma sürüklemek bakımından proletaryanın gücünün, parlamento dışı savaşımda parlamenter savaşımdakinden çok daha büyük olduğu yolunda Batı’da birçok kez yapılan gözlemi Rusya için de doğruluyor. İç savaşla ilgili çok önemli bir gözlemdir bu.
“Parlamenter savaşımın ve seçimlerin koşul ve ayrıntılarının, ezilen sınıflara iç savaşta pratik olarak gösterebildikleri gücü gösterme olanağını neden sağlayamadıkları anlaşılıyor.” (Ekim Devrimi Dosyası, s 120)
Şubat devriminden sonra, polis yok, Jandarma yok, halkın üzerinde bir bürokrasi yok, silahlar proletaryanın elinde... yani, şimdiki karikatürlerinden çok farklı bir seçim ortamı, sınırsız propaganda ve ajitasyon özgürlüğü mevcut. Bütün bunlara rağmen, yığınlar sokakta, iç savaşta farklı bir karakter kazanıyor, sandık başında farklı. Ancak bir dizi “iç savaşa yakın” deneyim, bu karakter farkını ortadan kaldırıyor.
Marx-Engels’in “iç savaşta bütün parlamenter alıştırmalar ihanettir.”fikrini, İki Taktik’te ayrıntılı incelemiş olan Lenin, bu dersi Kurucu Meclis seçimlerine uyguluyor. Ağustos ayıdır ve artık iç savaş başlamıştır. Sadece Sovyetler içindeki Bolşevik oyların çoğunlukta olmasına, zafer için yeterli gözüyle bakılabilir. 130 milyonluk ülkede, Sovyetler, emekçi sınıfların tümünün değil, sınıfların etkin kesimlerinin örgütüdür. Bu kentlerde, 10 milyon Sovyet üyesi bulunmaktadır. Ve proletarya diktatörlüğünün yani devrimin nihai saldırı ve zaferini elde etmek için, tüm Sovyetlerin bile değil, iki başkentin Moskova ve Petersburg Sovyetlerinin %51’lik desteği yetiyor. Ama, durun bir dakika! Sol Komünizm’de Lenin’i “sadece sanayi işçilerinin önemli bir azınlığı dahi Katolik papazların peşine düşüyorsa, korkutulmuş, bilisiz, ezilen kitleleri uyandırmak için parlamentoları kullanmak yükümlülüktür” diyordu değil mi? Oysa, bir iç savaş sözkonusu olsun, bütün bu “en geridekileri bile aydınlatma” görevini, Lenin hangi araçlara bağlıyor:
“Oportünist baylar, bunlar arasında Kautskyciler de halka Marx’ın öğretisinin bir paçavrasını ‘öğretiyorlar’: proletarya ilk önce genel seçim hakkıyla çoğunluğu ele geçirmeli, sonra çoğunluğun bu oylamasına dayanarak devlet iktidarını kazanmalı ve ancak ondan sonra ‘tutarlı’ (bazıları ‘saf’ diyorlar) demokrasinin bu temeli üzerinde sosyalizmi kurmalıymış.
“Biz ise Marx’ın öğretisine ve Rus devriminin deneyimine dayanarak şunu söylüyoruz: Proletarya önce burjuvaziyi devirmeli ve devlet iktidarını bizzat kendi eline geçirmelidir, sonra da bu devlet iktidarından, yani proletarya diktatörlüğünden, emekçilerin çoğunluğunun sempatisini kazanmak için kendi sınıfının silahı olarak yararlanmalıdır” (Seçme Eserler, Cilt 6, s 490)
Lenin, bir kez daha boykot tutumuna dönüş yapar, “Bir Yaşam Günlüğü’nde (bu arada, geçmişte 3. Duma’ya katılma zorunluluğuna dair gayet net açıklamalar sunulur bu makalede) Ön Parlamento’nun, devrimi aldatma organı olduğu, parlamento dışı ajitasyon ve örgütlenme mevcudiyetini ve “parlamento kürsüsü”nün hiç bir önemi olmadığını vurgular. Kitlelerin, uzlaşmacıların ve gericilerin peşine takılma ve aldanmaların ölçüsü, o sıralar, bir oportünisti her tür devrimci girişimden uzak tutacak seviyededir ve Ön parlamento seçimlerinin sonuçları, bu durumu açığa çıkartır. Lenin’in boykot ısrarına rağmen, MK çoğunluğu farklı bir karara varır ve devrimden hemen sonra, Kasım’da seçimler yapılır. Bolşevikler, kullanılan 36 milyon oyun, yalnızca %25’ini alırlar, geriye kalan ezici çoğunluk karşı-devrimcilerden yana oy kullanır. Fakat Lenin, bu seçimden üç ay önce, boykotu savunduğu yazısında, neredeyse bu sonucu öngörmüş gibi, şunları dile getirir: “Ezenlerin ezilen sınıfları aldatması her zaman mevcuttur, fakat bu hilenin önemi farklı tarihsel anlarda farklıdır. Taktik sadece ezenlerin halkı aldatması olgusu üzerine kurulu olamaz; taktik, sınıfların karşılıklı ilişkisinin ve gerek parlamento-dışı gerekse de parlamenter mücadelenin gelişiminin genel tahliliyle belirlenmek zorundadır.” (Seçme Eserler, Cilt 6, s 246)
Sol Komünizm’in dert edindiği aldanma, 1920’nin Almanya, İngiltere, Hollanda’sının aldanmasıdır, 1917 Eylül’ündeki aldanma ve hile, bundan çok daha farklıdır. Farkı oluşturan, en başta iç savaştır. Bir iç savaşta, parlamentonun genel aldatma özelliğini nasıl özel bir anlam kazandığına, sınıfların karşılıklı ilişkilerini ve onun nesnel koşullarını yansıtmadaki etkisizliğini, tüm koşul ve ayrıntılarıyla seçimlerin yaşamsal bir budalalığa kaynaklık ettiğini görmek gerek. Üstelik, Lenin’in karşı karşıya olduğu iç savaş, o gün tüm dünyanın en demokratik koşullarına sahip Rusya’dadır. Yani baskı ve sindirme işe yaramamış, silahlar proletaryanın ve köylü askerlerin elinde; ve ülke seçime gidecek ama, gericilerin seçimi maniple edebilecekleri bürokrasi yok; peki ne var, burjuva sınıfın dayandığı zenginlik var, alçaklar sürüsü basın var; daha da önemlisi, önyargılarına, alışkanlıklarına sarılan dar görüşlü kalabalıklar var. Özellikle bu sonuncular, bir iç savaşta çoğalırlar, sadece sızlanırlar, iç çekerler, akıl verirler. Bir iç savaşta, bir devrimci durumda proletaryanın öncüsü, tüm bunlardan ötürü halkın aldanmaya devam eden çoğunluğuna değil, mücadeleye yetenekli olan devrimci halk kesimlerine dayanır ve taktiklerini bu ileri devrimci yığınların bilincine, örgütlenmesine, eylem kapasitesine dayandırır. Leninizmin ABC’si işte budur.
Lenin’in parlamento içi ve parlamento dışı mücadeleye ilişkin tutumunu belirleyen genel taktik çizgiler bunlar. Ve biz, Lenin’in her yaptığını her dönem için taklit etmeye çalışırsak, iyi bir Leninist olamayız. Bu yüzden kısaca Lenin sonrası uluslararası komünist hareketin tek otoritesi haline gelen ve bu hareketin taktiklerini belirleyen Komintern’e ve özellikle faşizme ilişkin tahlillerine bakmak yerindedir. Komintern, Lenin’in mirasını yaratıcı biçimde ele almanın parlak örnekleriyle tarihteki yerini almıştır.
Komintern’de Sorunun Konuluşu
Komintern, emperyalist-kapitalist dünya sisteminin enternasyonal savaş karargahı olarak doğduğunda, dünyanın altıda biri artık sosyalistti ve dönemin genel karakteri, kapitalizmden komünizme geçiş çağıydı. Komintern, uluslararası komünist hareketin en genel taktik meselelerini bu temel gerçeklik ışığında ele aldı.
Parlamentolara dair alanın kararlarda şu tespit, kırmızı bir şerit gibi taktik çizgiyi belirler: Parlamentolar, burjuva egemenliğin organik bütünü olmaktan çıkmıştır, çünkü artık tekellerin egemenliği var ve tekelci egemenlik her çizgide gericiliktir.
Serbest rekabete dayandığı sürece birbirlerine özel çıkarlarını başka yollardan dayatamayan burjuvazi egemen sınıf birliğini en iyi, burjuva cumhuriyetlerde koruyabildiler. Ayrıca “normal kapitalist toplum, pekişmiş bir temsili sistem olmadan, halkın doğal olarak ‘kültürel’ bakımdan nispeten yüksek talepler koymasıyla karakterize olan belirli politik hakları olmadan başarıyla gelişemez. Belirli bir asgari kültürle ilgili bu talepler, yüksek teknolojisi, karmaşıklığı, esnekliği, hareketliliği, dünya çapında rekabetin hızlı gelişimi vs ile bizzat kapitalist üretim tarzının koşulları tarafından üretilir.” (Seçme Eserler, Cilt 11, s 520) Bu nedenle serbest rekabete dayalı gelişimini sürdüren 19. yüzyıl kapitalizmi parlamentoda emekçi kesimin ekonomik, siyasi, kültürel haklarını sürekli pazarlık masasında tutmak zorunda kalmış, buna zorlanabilmişti. Tekelci egemenlik, parlamentoların bu rolünü ve gücünü temelden değiştirdi. Daha 1920’lerde bile parlamentolar, bezdirici gevezelikler kürsüsünden fazlası değildi. Yine de Komintern, hemen silahlı savaşıma geçmek ve devrimin ön koşullarının mevcudiyeti dışında parlamento içi çalışmayı, tüm katılımcı partilere salık veriyor, ama şu şartla: Bu tutumdaki farklılıklar önemsizdir, ayrılık konusu yapılmasın.
Komintern’i uğraştıran asıl konu, faşizm meselesidir; sınıfsal özünün, temelinin aydınlatılabilmesi, oldukça sancılı olmuştur. Bir dizi hatanın düzeltilmesi, sınıf mücadelesinin pratik sonuçlarının görülmesiyle mümkün oldu. Faşizmin sınıfsal temelinin analizi, önce ayrı bir egemenlik ve devlet biçimi olarak görülmesini sağladı. Her tekelci egemenlik faşizm demek değil. Bunun için devletin “açık terörist diktatörlüğü” ve egemenliği güvence altına alan kurumsal değişimlere ihtiyaç vardır. Kuşkusuz faşizm olmayan tekelci egemenliğin gerici iktidarı da yeri geldiğinde terörü sakınmasız gündemine alır. Aradaki fark şudur ki, faşizm kurumsal ve sistematik bir hal almış yıldırıcı sürekli saldırı üzerine kuruluyken, diğeri, yani gerici tekelci iktidarlar, ancak bir anlamda kan dökücülüğünü sergilemek üzere, egemenliğini sermayenin zenginliğine, emekçileri uysallaştırma ve rıza üretme kapasitesine, proletaryanın bir kısmını burjuvalaştırma yeteneğine; devlet aygıtları üzerindeki denetimin ise dolaylı yollardan, borsalar, bankalar, ortak komisyonlar üzerinden yürütmeye dayanmasıdır. Çok kaba bir benzetme yapmaya izin verilirse, korkunç derecede bir suç karşısında bir kişinin “yaptım ve ibret olsun, her zaman böyle yapacağım” demesi ile bir başka kişinin “yaptım, ama çok özel nedenlerden dolayı” demesi arasındaki fark, sözkonusu bir egemenlik ve devlet biçim olduğunda faşizmin açık terörist diktatörlüğü ile gerici tekelci egemenliğin yönetim biçimi arasındaki farkı açıklamaya yardımcı olabilir. Bu fark proletaryanın taktikleri açısından önemlidir: Rusya’da bir döneme damgasını vuran Trepov ve Artmatovların bütün güç ve yetkiyi ellerinde toplamaları, bu gücün yasalar ve kurumlar yoluyla güvenceye alınması, faşist devlet biçiminin ayırdedici özelliğidir, bu yanıyla faşizm, süngülerin sürekli gündemde tutulması olarak anlaşılmalıdır.
Lewerenz’in III. Enternasyonal’de faşizmin tahlili kitabı faşizme karşı mücadelenin taktik ve yöntemlerini ele almıyor. Ancak bu yazıda temel alınacak çok önemli konular Komintern’de açıklığa kavuşmuştur. En önemli tespit şudur: Faşizm, kapitalist genel bunalımın ürünüdür; burjuva demokrasisinin eski yöntemleriyle, işçi sınıfının gelişen mücadelesi karşısında egemenliği eskisi gibi koruyamamanın sonucudur. Faşizmi ve 1929 dünya buhranını gözönünde bulunduran Komintern, 1935 VII. Kongre’de, uluslararası sınıf savaşımında bir devrimci duruma işaret ediyordu.
Faşizm iktidara geldiği pek çok ülkede parlamentoları feshetmiştir, ama bazı ülkelerde faşizm, geniş bir kitle tabanı yaratamadı ve ayrıca burjuvazinin kendi içinde büyük çelişkileri bulunuyordu; böyle ülkelerde faşizm “kabaca tahrif edilmiş parlamentarizm” ile birleşmiştir. Örneğin, çok hızlı bir biçimde savaşa hazırlanan Alman emperyalist tekelleri, bütünüyle örgütlü bir toplumla ihtiyaç duyduğu merkezileşmeyi meclisi ve partileri yasaklayarak sağlayabiliyorken; örgütlülük düzeyi daha düşük İtalya’da Musolini açık Bonapartist seçimlerle (hileler, manipülasyonlar) bir süre daha oyalandı. Bulgaristan’a faşizm 1923 hükümet darbesiyle geldi, ama bir kitle tabanı yaratamadı, bu yüzden, sık sık açıp kapadığı bir parlamentoya ihtiyaç duydu.
Faşizme karşı savaşımda Komintern’in üzerinde durduğu “öznel etkenin eskiye göre daha çok önem kazandığı” tezi, mücadele yöntem ve biçimlerine ışık tutacak önemdedir. Faşizm, ekonomik bunalımın yüksek bir aşamasında, komünistler açısından nesnel uygunluk taşıyan bir evrede, iktidara geldi. Bunalımdan en fazla etkilenen küçük burjuvalar, sınıf-dışı kalmış işsizler ordusu ve lümpen proletarya, “kitleleri bir araya getirme ve yoğunlaştırmada” demagoji ve açık terörist yöntemleri ustaca kullanan faşist partileri izlediler. Hiçbir komünist şöyle dememeliydi: “Nesnel durum kitleleri nasıl olsa faşizmden koparır çünkü faşizm tekelci çıkarlara hizmet ettiğini söylemek zorunda kalır.” Öznel etkenin daha bir önem kazanması ne demekti? Şu; komünistlerin devrimci eyleme geçiş kararlığı ya da oportünist çıbanın ihaneti, faşizm karşısında zaferi ve de yenilgiyi hazırlamada, çok daha etkin konumdadır.
En öz biçimiyle faşizmin tahlillerinden çıkan mücadele biçim ve yöntemlerine ilişkin sonuç, bu yöntemlerin devrimci durum ve iç savaşa yakın, bunları gözönünde bulunduran yöntemler olduğudur. 1920 ve 30’ların deneyimi pek çok örnekte bu çıkarımı doğrular. Mussolini, seçim hileleri ile iktidarını meşrulaştırdığında, komünist işçiler derhal devrimci kitle eylemlerine ve silahlanmaya geçilmesini savundular. Ancak, reformistlere bel bağlama hatasını işlediler; kararsızlık ve inançsızlık partinin taktiklerini hayata geçirmesine olanak vermedi. Bulgaristan’da faşizm, kurucu bir anayasa hazırlamış olan köylü demokratların hükümetini bir darbeyle alaşağı etti. BKP hemen silahlı ayaklanma çağrısı yaptı, geniş köylü kitleleri de bu ayaklanmanın içine çekti. Fakat Eylül silahlı ayaklanması yenilgiye uğradı. Buna rağmen, 1925’te ikinci kez bir ayaklanmanın hazırlığına girişildi. Ne var ki, kriz atlatılmış, ekonomi istikrarlılık kazanmış, devrimci durum ortadan kalkmıştı. BKP, bu gerici koşullar içinde, 1932’de meclis ve belediye seçimlerine girdi, ama faşistler seçim sonuçlarını iptal ettiler ve 1935’te, bir kez daha askeri faşist darbeyle, o ana dek hala varlığını sürdürebilen burjuva demokrasisinin tüm izlerini sildiler.
Avusturya’da Dollfuss faşizmi ülkeyi artık kararnamelerle yöneteceğini açıkladığında, işçi sınıfı hemen sokak eylemlerine geçti. 1934’te olaylar bir iç savaş biçimi aldı. Silahlı çatışmalar pek çok kente sıçradı. İşçilerin çoğunu örgütleyen ve sık sık devrimci sloganlar atmaktan geri durmayan Avusturya SDP’si, parlamento içi varlığını sürdürmeyi esas almıştı. Daha da önemlisi şuydu: Birkaç bin komünist işçi ve bunlara destek çıkan kalabalık bir sosyal demokrat işçi gücüne rağmen, faşizme karşı silahlı ayaklanma bir “direniş”ten öteye geçmemişti. Yani ayaklanma, Dollfuss tarafından askıya alınan burjuva anayasasının geri getirilmesini en başa koymuştu. Dimitrov, silahlı ayaklanmanın kahramanca girişimini tüm Komintern’e örnek gösterirken, onun en ciddi politik hatasını burada görür.
Fransa deneyimi, faşizm karşısında parlamento dışı savaşımın muazzam önemine işaret eder. Orada henüz faşizm iktidarda değildir. Şubat 34’te faşist hareket Paris sokaklarında silahlı gösteri düzenlediğinde, proletaryanın tepkisi ayaklanmaya dönüştü, faşist kalabalıklar zor yoluyla dağıtıldı. Bir hafta sonra, reformist sendikalarla birlikte, “Kahrolsun Faşizm” sloganıyla tertiplenen genel grev, faşist hareketi dağıttı.
Hitlerin iktidara gelmesini hızlandıran 1932 yılı seçimlerinde Alman KP, 6 milyon oy aldı. Başbakanlığı devralan Hitler çoğunluğu sağlayamadığı parlamentonun yenilenmesi için Mart 33’te seçim tarihi belirledi. Bu adıma karşılık Alman KP’si genel grev çağrısı yaptı, çünkü faşizmin iktidara gelişi ancak zor yoluyla engellenebilirdi. SDP ise faşist terör altında yürütülen seçim kampanyasına umut bağladı ve genel grev çağrısına yanıt vermedi. Güç dengesini faşizmin lehine çeviren bu adım, önce KP’nin, sonra SDP’nin, tüm sendikaların yasaklanmasına vardı. KP, faşizme karşı savaşıma girmekte geç kalmıştı. Lewerenz, Komintern belgelerine dayanarak, geç kalışın nedenlerini analiz etmekte, burada ayrıca ele almaya gerek yok.
Dimitrov, faşizmin tahliline giriştiği çalışmasında, 20. yüzyılın ikinci yarısında, devrimci komünizmin eline çok değerli bir şiar hediye etti: “Faşizmin anladığı tek dil vardır; örgütlü ve kitlesel şiddet.” Bu yüzden, yüzyılın bu yarısında, bağımlı ülkelerde hızla boy veren tekelci kapitalist egemenlikle birlikte ortaya çıkan faşist iktidarlara karşı savaşım yürüten devrimci komünistler, Dimitrov’un eserlerini baş tacı ettiler. Tarihin garip cilvesine bakın ki, reformistler de bu devrimcilere “Sol Komünizm” broşürünü sallıyorlardı. Ah Lenin, kendi sözlerinin hangi nanelere malzeme yapıldığını görseydi, kahrından ölürdü. Komintern’den sonra, uluslararası komünist hareketin otoritesi haline gelen bir örgüt yaratılamadı. Hareketin farklı deneyim ve yazınlarını toparlayıp düzenleyecek bir merkez olmayınca, bu farklılıklar giderek tek yanlı yorum ve kalıplara dönüştü.
Umut Çakır
Devam Edecek...
İlk bölümü okumak için tıklayınız.
İkinci bölümü okumak için tıklayınız.
Üçüncü Bölümü okumak için tıklayınız
Dördüncü bölümü okumak için tıklayınız
Beşinci bölümü okumak için tıklayınız
Altıncı bölümü okumak için tıklayınız
Yedinci bölümü okumak için tıklayınız
Umut Çakır'ın Yeni Dönem Yayıncılık'tan 2019'da yayınlanmış olan Seçimler Ve Devrimci Politika kitabından alınmıştır. Kitaba ulaşmak için tıklayınız.