Toplumsal bir devrim için gerekli olan, proletaryanın hazırlık evresi, bu evreye istikrar kazandıran ögelerden mahrum kaldı. Çünkü proletarya, az çok belli bir düzenlilikle, içerisinde politik olgunlaşma imkanı bulduğu alt-kültür alanının özerkliğini kaybetti, hem zamansal hem de mekansal olarak. Mekan, bir büyük fabrikanın çevresine konumlanan işçi mahallesiydi, bunun yerini daha küçük üretim biçimlerine bölünmüş OSB’ler aldı.
Her sabah OSB kapılarından giren servisler, farklı il ve ilçelerden, onlarca farklı mahalleden işçi taşır oldu. Böylece yaşanan mekanın çalışma süreciyle olan bütünlüğü parçalandı. Zaman ise, saatleri yutan ulaşım ile, olmadı popüler kültürün burjuva içerikli faaliyetlerinin ablukasıyla, büyük ölçüde kısıtlandı.
Bu yüzden işçi sınıfı, politik uyanış ile politik olgunlaşma arasında geçen hazırlık evresini, istikrarlı bir yükselişe değil, ancak sıçramalı bir yükselişe bağlamak zorunda kalıyor. Bu sıçrayış, zamanı ve mekanı parçalayıp bölen amansız mekanizmayı askıya alan büyük kitlesel isyan günlerine sıkışıp kalıyor. Bunun en çıplak örneğini Gezi’de gördük. Özellikle genç işçiler, bu ayaklanma günlerinde gerçekten nefes alabildiklerini, toplumda bir yerleri bulunduğunu kavradıklarını söylüyorlardı. Artık proletarya için, uyanışın olgunluğa erişmesi, ancak büyük sıçramalarla gerçekleşebilecek bir nitelik kazanmıştır.
Bir sınıfı tanımanın yolu, tek başına, onun bağlı bulunduğu ekonomik varlık koşullarını, bir devrimde bu varlık koşullarının onun hangi yolu izlemeye zorlayacağını, başka emekçi sınıflarla hangi zeminde ittifak geliştireceği ya da onu nihai kurtuluşa hangi yolun ulaştıracağını bilmekten ibaret değildir. Buraya kadar her şey “programatik-stratejik gerçeklik” düzeyinde asılı kalır. Bir öncünün esaslı görevi ise, sınıfın şu an, somut gerçekliği içindeki durumu ile stratejik-progmatik gerçeklik arasındaki köprüyü adım adım, titizlikle ve bu çabanın sıçramalı bir karakteri olduğuna dayanarak inşa edebilmektir. Meselenin stratejik-programatik yönü, deyim yerindeyse, zihinsel bu çabaya yaslanır ve daha kolaydır. Asıl zahmeti, yaratıcılığı, sabrı, her deneyden dersler çıkarma ustalığı gerektiren pratik yönü, bu köprünün inşasıdır.
Bu çerçeve içinde, bir sınıfın somut gerçekliğinden ne anlamalıyız? En özet haliyle şunları sıralayabiliriz; olaylara ama özellikle büyük sarsıcı olaylara ilk tepkisinin ne olduğu; bu tepkinin temelinde yatan -ekonomik ya da kültürel- tüm koşulları; bu tepki özelinde diğer sınıf ve katmanlarla nasıl ilişkilendiğini ve politik konum elde ettiğini; tüm bunların bilinç ve örgütlülük seviyesinde yarattığı dönüşümleri... Hepsi ve daha fazlası somut gerçekliğin kurucu unsurlarıdır.
Bu açıdan, yaşadığımız topraklar, somut gerçeklik hesabını en geniş çerçeveye taşıyan büyük olaylardan hiç mahrum kalmadı. Öncesi bir yana; 95 Gazi Ayaklanması, 2001 krizinin sarsıcı eylemleri, Gezi Ayaklanması, Kobane silahlı ayaklanmaları ve nihayet Kürdistan kent savaşları... Hepsi, devrime aktif katılan ya da bundan çıkarı olan emekçi sınıfların o anki bilinç ve örgütlenme seviyesine dair çok zengin deneyimlerle doludur. Bu zengin deneyime rağmen, hepsinde görülen temel zafiyet, proletarya hegemonyasının eksikliğidir. Söz konusu devrimci ayaklanmaların hiç biri, proletaryanın öncülüğüyle ya da katılan herkesi kendi ardından sürüklemesiyle gerçekleşmedi. Proletaryanın öncü devrimci partisi ile, devrimin devasa kitlesi (proletarya ile sınırlı olmayan kitle) arasındaki köprünün darlığı, temelde, sınıflar mücadelesinin bu somut nesnel gerçekliğine dayanır. Öncünün tüm eksikleri, ancak bu nesnel gerçeklik hesaba dahil edilirse, daha derin ve kavrayıcı dersler sunabilir.
Büyük ayaklanmalarda proleter hegemonyanın eksikliği (yani son 30 yıla ait bu gerçeklik), devrimin ezilen sınıflara kazandırdığı bilinci, örgütlenmeyi ve çıkarılan derslerin kitleye mal olmuş biçimini baştan sona belirledi. Gerek ulusal sorunun baskın çıkan küçük burjuva çözümü, gerek fabrikadan semtlere taşınan mücadele alanlarının küçük mülk sahilerine politik ittifak kurma olanağı tanıması, eylemde ne kadar militansa sonuna dek gitmekte o kadar kararsız bir oportünizmi başa bela etmek gibi bir “yarı hasara” yol açtı. Sürekli derinleşen, militanlıkla görülmemiş parlamenter ahmaklık derecelerini sentezleyen bu oportünizm kanserine, yine de devrimin bir “yarı hasarı” gözüyle bakmak daha doğrudur. Asıl hasar, devrime katılan veya ondan çıkarı olup hayırhah tutumla izleşen milyonların bilinç ve özgürlenmelerinde ortaya çıktı.
Nedir o hasar ve ne denli kaygılanmalıyız? Tüm bu ayaklanmalar serisinde, işçi sınıfı, küçük mülk sahipleri, devrimci Kürt halkı, Alevi emekçiler, kadınlar ve gençlik, ortak bir tepkide buluşmanın önemini, kan bedeli ödeyerek kavradılar. Çünkü iyice anlaşıldı ki, uzun bir iç savaşı sürdürebilecek teknik kapasiteye ve daha önemlisi bir karşı-devrimci kitle desteğine sahip faşizm, farklı toplumsal katmanların birbirinden kopuk isyanıyla baş edebilecek durumdadır ve ancak tüm ezilen sınıfları bir araya toplayabilen birleşik bir eylem hasmı yere serebilir. Ödenen kan bedeli oranında derin, kolay silinip atılamaz, son derece önemli stratejik bir bilinç kazanımıdır bu. Ancak ve fakat hasarlıdır; proleter hegemonyadan yoksundur. Sonuçta ortaya çıkan şu oldu: devrimin on milyonluk devasa kitlesi, kendi içindeki sınıfsal farklılıklara körleşmiş bir bilinçle, sarsıcı olaylara karşı anlık, ortaklaşa ve sınıf içeriğinden yoksunluğu oranında ortalama bir siyasal bilinci yansıtan bir tepkide kendini gösterdi; bu tepki çerçevesinde oluşan, aynı ölçüde geçici, gevşek, her an kenetlenmeye ve buhar olmaya hazır bir örgütlenme ile, kendi yolunu bulmaya çalıştı. Özellikle Gezi Ayaklanması ve kent savaşları arasında kalan süreçte olgunlaşan bu bilinç ve örgütlenme biçimi, son yıllara damgasını vurdu.
Bir süre önce (Ocak ‘18) kaleme alınan “Ya Hep Ya Hiç” başlıklı çalışmada, bu toplumsal olguya, kimya biliminden aşırma bir terimle “kristalize bağlaşım” adını vermiştik. Tıpkı kristal vazo gibi, devrimci sınıflar, aynı düzlemde sıralanıp birleşme yoluyla, her fiskeyi (sarsıcı her olayı) bu bağlaşımın her noktasına aynı bilinç düzeyinde dağıtıyordu. Bu dağılıma ket vuran, kristalize yapının düzlemine belli bir yükseklik, yani ideolojik tümsekler kazandıran her söylem, kristalize yapının dışında bırakıldı.
Devrimci milyonları bu tarz bir örgütlenme ve ortaklaşa-ortalama bilinçte buluşturan araç, kuşkusuz, partiler koalisyonu değil, ama sosyal-medya oldu. Devrimci milyonlar, her sarsıcı olayda aynı tepkide buluşarak, kazandıkları birlik bilincini tazeleme ihtiyacıyla, sosyal-medyayı oldukça etkin kullandılar. Ve daha önce bir çok kez işaret ettiğimiz gibi, kazanılmış birliği alanlarda, pratik içinde test etmek üzere, zaman zaman, devasa gövdesiyle bu kitle ortaya çıktı. Ve yine aynı hızla olgunlaşmakta olduğu kozasına geri döndü, araya uzun sayılabilecek sessizlik dönemleri girdi. Devrimci milyonlar için arayış hamleleriydi bunlar. Uzun iç savaşın, ardı sıra dizilen büyük sarsıcı olayların ve elbette kitlesel çatışmalar dizisinin devrimci milyonlara öğrettiği şuydu: Kazanılmış birlik korunmalıdır, ama yetmez, bu birlik zaferi güvence altına alacak amaç ve hedefi de belirlemelidir. Arayışın temel yönelimi bu amaç ve hedef yönündeydi. Kimi zaman bunu “adalet” şiarında buldukları yanılsamasına kapıldılar, kimi zaman hedefi “tek adam rejimi”nde bulduklarını sandılar. Proleter hegemonya zafiyeti yerinde kaldığı sürece, birliğin amaç ve hedefi berraklaştırması, çok sancılı ve uzun bir sürece mal olacağı baştan belliydi. Öyle de oldu.
Ancak pandemiyle felaket boyutlarına ulaşan toplumsal çöküş, en başta proletaryayı geniş bir hareket zeminine kaydırdı. Sınıf farklarının altını kalın harflerle çizen bu çöküş, proletarya kadar küçük mülk sahiplerini de temelde yatan ekonomik çıkar ve varlık koşullarına uygun hareket etmeye, tutum almaya zorluyor. Böylece, ortaklaşa ve ortalama bir tepkide birleşerek farklı sınıf çıkarlarını körleştiren kristalize yapı, farklı sınıfsal tutumlarla yeni bir biçim almaya doğru ilerliyor.
Durumu anlamak için, şöyle ifade etmek yerinde olur: Eskiden binlerin on binleri; on binlerin de milyonları harekete geçirecek bir sınıf ilişkileri matrisi vardı. Şimdi, milyonların birlikte harekete geçmek için söz konusu binleri beklemediği ya da bu binlerin çağrılarına bel bağlamadıkları bir evredeyiz. Bu evre geçicidir, bu evreye damgasını vuran kristalize yapı hasarlıdır, ama yine de, politika yapmak isteyen her parti ve öncü için, tüm bunlar, üzerinden atlanamaz, görmezden gelinemez verili bir koşuldur. Öncü, her ne yaptıysa ve yapacaksa, bu hasarlı ve zaaflı yapıyı göz önünde bulundurarak yapacaktır. Devrimin öznel gücü, her sarsıcı gelişme eşliğinde, bilinç örgütlenme, amaç ve hedef arayışı yolculuğunda, sıçramalı bu gelişim çizgisinde olgunlaşan bu güç, şimdi on milyonlar ölçüsündedir. Öyleyse, öncünün iddiası ile onun somut konumu arasındaki uçurum, pek çoklarının gözünü korkutacak seviyede derinleşmişse, bunda şaşılacak bir yan yoktur.
Karşımızda, birkaç damla suyla pamuklar arasından yeşeriveren bir fasulye tohumu yok; ama yeşermeye başlamadan önce sabırla sulanmayı isteyen bir okaliptüs tohumu var. Yeter ki öncü, bu on milyonluk devasa gücün neyi aradığını, olaylara verdiği tepkilerde nasıl bir bilinç düzeyini yansıttığını her adımda takip etsin, kitlelerle arasındaki köprüyü, bu titiz takiple sürdürmek için çabalasın. Bu kitleyi, durduğu yerden harekete geçirmek değil, ama onu hareket halindeyken yakalamak, öncünün dört ayağını birden nallarken gözeteceği etkinlik zeminidir. Uzun mücadelelerden geçmiş, büyük ayaklanmalara imza atmış devrimin milyonluk öznel gücü, her şeyden önce, kendi bilinç seviyesinin ciddiye alınmasını bekler, kendine güven duyulmasını, inisiyatifinin tanınıp desteklenmesini ve iradesini dolaylı değil doğrudan yansıtabileceği örgütsel yapıların kurulması için yardım bekler.
Proleter öncü, pek çok başka ülkeyle kıyaslandığında, mücadele deneyimi açısından çok ileride olan bu devasa kitleyi, basitçe, kendi temel şiarlarını tekrarlayarak etkileyemez. Tersinden, aynı kitlenin kendine özgü arayış yolculuğunda, proleter devrimci şiarlara kendiliğinden ulaşmasını da bekleyemez. Öncülük, her şeyden çok, propaganda ve ajitasyonda ustalıktır. Bu ustalık kendini, devrimci milyonların ortak ve ortalamada bileştiği tutumlar ile proleter temel şiarların temas noktalarını bulmakta gösterecektir. Bu noktada, son sözü Lenin’e bırakmak en uygunudur:
“Yığınlarla bağları koru
Onlara yakın yaşa
Onların ruh durumlarını bil
Her şeyi bil
Yığınları anla
Onlara yaklaşmasını bil
Onların mutlak güvenini kazan
Önderler yönlendirdikleri yığınlardan, öncü-güç ise tüm emek ordusundan yalıtlanmamalıdır
Yığınlara ne dalkavukluk edin ne de onlardan kopun”
(Aktaran, Malinin, Marksçı Leninci Felsefenin Temelleri, Cilt 2, sf 220)
Umut Çakır
İlk yazıyı okumak için tıklayınız