Kitlelerin devrimci dalgasını beklemek ile o dalgayı bizzat yaratmak arasındaki gerilimli ilişki, tüm paradoksları ve potansiyeli ile, ancak devrimin fırtınalı günlerinde kendini belli eder. Şimdi, devrimler tarihinin çok zengin bir mirasına sahip bulunmaktayız.
Geçen yüzyılın zaferle taçlanan devrimleri, bu yüzyılın henüz tacını bekleyen büyük ayaklanmaları, sayısız deneyim sunsa da, ne yazık ki tüm yönleri ile incelenmeyi bekliyorlar. Belki, Lenin’in eserleri ve dönemin binlerce tanığınca bilimsel araştırmalara, roman ve şiire aktarılan eserler sayesinde en derin bilgilere sahip olduğumuz devrim, Büyük Ekim Devrimi’dir. Bu devrime dair bilgilerin derinliğine kıyasla, Çin, Küba, Vietnam gibi zafere ulaşmış devrimler, körün bir fili tarif edişine benzer, bazen bir yanı bazen diğer yanı öne çıkarılarak, daha yüzeysel bir okumaya tabi kılındılar. Bu türden tek yanlı anlatımları esas alanlar, örneğin Küba’da devrimin sıfırdan, Moncado Kışlası baskınıyla veya Granma çıkarmasıyla başladığı fikrine kapılabilirler. Oysa devrim öncesi Küba’nın otuz yıla yayılan ayaklanmalar, genel grevler, silahlı grupların bir pıtrak gibi çoğalıp tutkulu eylemlerine sahne olduğu o uzun dönem, adeta yok sayılır. Benzer bir tutum Çin için de geçerlidir; devrimci önderlerin ve partilerin, kimi zaman askeri, kimi zaman siyasi karakterine odaklanan bu anlatımlarda, devrimin devasa kitlelerinin gerçek ilerlemesi, dönüşümü ve öncülerin önünü açması, silik bir arka fon olarak kalır.
Yayınlarımızı takip edenler, 1905 ve 1917 Devrimlerine dair çokça (hatta gereğinden fazla) değerlendirme okumuşlardır. Belki bunlara bir tanesinin daha eklenmesini gereksiz bulabilirler. O yüzden, daha baştan, tüm yazılanları ele aldığımız çerçevede yani kitleler ve öncüler arasındaki ilişkiler çerçevesinde ele almaları, bu gözle okumaları önerilir. Böylece, şimdilerde karşımıza Marksizm-Leninizm olarak çıkartılan fikirlerin ucubeliği daha iyi kavranabilecektir.
Genel kanı odur ki, Bolşevik Parti deneyiminde, henüz Marx ve Engels’te tam olarak geliştirilmemiş bir veçhe vardır: Öncü partinin etkinliğinin merkeze yerleştirildiği, kitlelerin de her koşulda bu öncüyü izlediği savıdır bu. Oysa Lenin, baştan sona, Marx ve Engels’in öncü parti ve kitleler üzerine belirlediği ilke ve tutumlarının kılavuzluğunda ilerledi. O da, en geniş emekçi kitleler ile ilişkiye her şeyden çok önem veren ustaların titizliğine sahip oldu. Zaferde de, yenilgide de, sonucu belirleyen, kitlelerin bilinci, mücadele kapasitesidir; öncü partinin etkinliği ise ancak bu verili çerçevede değerlendirmeye tabi tutulur. Örneğin 1905 Devrimine ilişkin verdiği konferansta Lenin: “Kitlelerin büyük kısmı hala çok naif, çok barışçıl, çok safdil ve çok Hristiyancaydı (...) ancak hükümetin alaşağı edilip tüm iktidarın ele geçirilmesinin, devrimin başarısının tek güvencesi olduğu kavranmıyordu” tespiti yapacaktı.
1905 Devrimi, kitleler ile proleter öncü arasındaki ilişkide bir yol gösterici genel prova olmuştu. Devrim boyunca Lenin: “Kitlelerin gerçek eğitimi, hiçbir zaman, kitlelerin bağımsız (abç) politik ve özellikle de devrimci mücadelesinden ayrı ve onun dışında düşünülemez” düsturuna bağlı kaldı. Bunun “kuyrukçuluk” olduğunu iddia edebilmek için, Lenin’in o dönem Menşeviklerle giriştiği sıkı polemikten haberdar olmamak gerekir. “Zevzekler!” diye hitap ettiği Menşeviklere Lenin: “devrimin orakçılarının sıkı örgütünün önemini küçümsemek için, bereketli buğday hasadına dayanıyorlar” suçlaması getirmişti. Elbette parti, bu süreçte, askeri deyimle “artçı”yı yani devrimin devasa kitlesinin eğilimlerini ön planda tutar. Devrimin henüz ilk günlerinde, bir ayaklanmanın “kendiliğinden hareketlerden birine bağlanmak zorunda olduğu” ortaya konur. Bu taktiğin, Menşevik kuyrukçulukla ayrıldığı noktaya şöyle işaret eder: “İşçilerin öz faaliyetlerinin geliştirilmesi üzerine daha az beylik laf edin, işçiler sizin fark etmediğiniz çok büyük bir devrimci öz faaliyet gösteriyorlar. (...) ve geri işçilerin sizin kuyrukçuluğunuzdan demoralize olmamalarına daha çok dikkat edin.”
1917’nin fırtınalarla dolu günlerine, 1905’in engin deneyimi yol gösterdi. Devrimin gelişi, daha 1916’da “Kral Açlığın” pençesinde kıvranan halkın yükselen öfkesinde kendini ele veriyordu. “Uçsuz bucaksız yiyecek kuyrukları, halk toplantıları hizmeti görüyor ve sanki devrimci bildiri dağıtılıyormuş gibi bir etki bırakıyordu. Halk arasında ajitatörler sık sık öne çıkıyor ve yiyecek sıkıntısının gerçek nedenini halka anlatıyordu.” (1917 Sovyet Devrimi, Evrensel Yay.)
Soğuk bir Şubat sabahı olaylar tam anlamıyla kimsenin hazır olmadığı çapta patlak verdi. Halkın “Kral Açlığın” pençesinde aldığı eğitim, barışçıl bir gösterinin kana bulanmasıyla, durdurulamaz bir öfkeye dönüştü. Birkaç gün içinde öfkeli işçi ve asker kitleler, başkentte bütün polis istasyonlarını ateşe vermiş, tüm jandarmayı silahsızlandırmıştı. Bu esnada, barikatların en önünde çarpışan Bolşevik Partinin eline, on binlerce silah geçmişti. Öncü, bir anda kabaran dev dalganın üzerinde, muazzam bir güç haline gelmişti. Tam o anda, Lenin’in partiye yolladığı talimat dikkat çekicidir: “Yeni hükümete (Kerensky, Guadzey, Çenkeli, Cheydze ve ortaklarına) en ufak bir güven ya da destek izi göstermeyi reddediniz ve daha yüksek bir aşamaya daha geniş bir taban sağlamak için (abç), silahlı bir bekleyiş ve silahlı bir hazırlık durumunda kalınız.” (A.g.e)
Söylemeye gerek yok ki, partiye, hem kuyrukçu hem de maceracı sapmalara karşı yapılmış bir uyarıdır bu. Çünkü en geniş kitleler, Şubat Devriminin yarattığı küçük-burjuva dalgasında boğulmuştur ve işçilerin çoğu da ne yazık ki, bu sınıfın aza kanaat getiren tutumundan etkilenmiştir. Devrimi koparıp alan barikatların en önünde Bolşevikler olduğu halde, hareket küçük burjuva önderliğin egemenliğine girmekten kurtulamadı. Ve bu yeni hükümetin, özellikle toprak ve barış konularında alacağı gerici tutum, onu en geniş kitlelerden koparacaktı. Lenin’in hesabı buydu.
Bu noktada Lenin, dalgayı beklemekle dalgayı yaratmak arasındaki o diyalektik çizgiden konum alır: “Hiç kuşku yok ki sınıf olarak proleter ve yarı proleterlerin savaşta herhangi bir çıkarı yoktur. Bunlar doğrudan doğruya gelenekler ile kandırmacaların etkisi altındadır, politik deneyimleri eksiktir. Şu halde bizim görevimiz bıkıp usanmadan gerçek durumu açıklamaktır. Prensip sorununda zerre kadar ödün vermeyiz, ama bunlara yaklaşımımız, sosyal şovenistlere yaklaşımımız gibi olamaz. Halkın bu kesimi hiçbir zaman sosyalist olmamıştır, sosyalizme bir eğilimleri de yoktur ve politik hayata daha yeni uyanmaktadırlar. Nedir ki, bunların sınıf bilinci olağanüstü bir hızla gelişmekte ve büyümektedir. Açıklamalarımızı onlara göre yapmayı öğrenmeliyiz. (abç). Bu çok güç bir iştir ve özellikle daha düne kadar yer altında çalışmak zorunda bulunan bir parti için.” (Age)
Nisan konferansı, bu açıdan, daha yüksek bir aşama için, daha geniş bir taban sağlama yolunda, tüm sloganların, şiarların, propaganda, ajitasyon ve çalışma yöntemlerinin masaya yatırıldığı çok önemli bir buluşmadır. Devrim öncesi, başkentte yalnızca 2 bin üyesi olan, şurada burada sayıları bir avucu geçmeyen bu parti, en ileri ülkelerden bile on kat daha demokratik bir iklimle iki ay gibi kısa sürede üye sayısını 80 bine ulaştırmıştı. Bu muazzam gelişmenin baş döndüren ayartısına kapılmayan Lenin, artık şunun farkındadır: Uzun yer altı yaşamında hakim olan dil, artık kitleler üzerinde etkili olamaz. Yeraltı savaşçısının ayrım noktalarını öne çıkaran ve kestirip atan karakterinin yerini, sabırlı, alçak gönüllü, sakin ve ısrarcı bir partili profili almalıdır.
Parti programının, şiarlarının geniş, en geniş kitlelere ulaştırılmasının zorlu yolculuğunda öğrenecek daha çok şey vardır. Örneğin, Rus halkının ezici çoğunluğunu oluşturan köylü ve küçük mülk sahiplerinin sosyalizmi kavramalarının olanaksız olduğunu daha baştan kabul eden Lenin “Ama bunların, diyelim her köyde hayvancılığın ıslahı için başvurabilecekleri bir banka bulunmasına ne itirazları olabilir” diyerek, propagandayı işte böyle yerelleştiren, tarihsel bağlamın soyutluğundan çıkarıp somutlaştıran, herkesin anlayacağı ve katılım sağlamakta hiç zorlanmayacağı adımlar biçiminde basitleştirmeyi, yeni dönemin çalışma esasları olarak belirler. Ancak böyle bir çalışma uzun yer altı yaşamının katılıklarını eritip, en geniş kitlelere ulaşmayı engelleyen anlayışları silebilecektir.
Kaynayan kazanda, o zamana dek Bolşeviklerin alameti farikası olan şiarlar da nasibini almıştı; örneğin “emperyalist savaşa karşı iç savaş” şiarı. Şubat Devrimi her şeyi değiştirmişti. Silahlar artık emekçilerin elindeydi. Lenin’e göre bu koşullarda “şiddet çığırtkanlığı yapmak budalalıktır”. Nisan gösterilerinde taşınan “Kahrolsun Hükümet!” pankartlarına da benzer bir gerekçeyle karşı çıkar Lenin: “Bizim o anda istediğimiz düşman kuvvetleri içerisinde keşif harekatı yapmaktı, onlara savaş açmak değil. O sırada azıcık da olsa sola kaymak doğru değildi.” Dönemin Bolşevik şiarı “Bütün İktidar Sovyetlere!” idi. Yine de, emekçi sınıfların çoğunluğu, henüz proleter devrime bilinçlice destek sunma zorunluluğu duymuyordu. Parti, bu temel şiara yaklaşım sağlayan, savaşın sürmesi karşısındaki belirgin kitlesel öfkeyi bir noktada toparlamaya yarayan “Kahrolsun 10 Kapitalist Bakan!” sloganıyla çıktı kitlelerin karşısına. Bu slogan, kapitalistlerle kol kola giren Menşevik ve Sosyal Devrimcileri teşhir ediyor, iktidarın Sovyetlere devri konusunda yalın ve anlaşılır bir gerekçe sunuyordu. Tüm bu arayolların, düzeltme çabalarının, sabır ve soğukkanlılık telkin eden çalışma biçiminin yeraltında pekişmiş savaşçı-katı militan partililer için, zorlukla özümsenebileceği düşünülebilir belki. Ama durum hiç de böyle değildi. Partinin önderleri dışında, yerel ve tabandaki kadrolar da, kitlelerle yan yana olmayı kolaylaştıran bu politik çizgiyi, beklenenden hızlı özümsemişlerdi. Bu “çok zorlu görev”in başarılması, partiyi, en kritik sınavlardan başarıyla çıkaracaktı.
Devrimin muazzam yığınlarının, Bolşevik öncüyü sollayıp geçtiği Temmuz günleri, parti için, ince bir buz tabakasında yürümek gibiydi. İşçi kitleler, açlıktan ve savaştan bıkan öfkeli kalabalıklarla, silahlı bir ayaklanmanın zamanının geldiğine karar verdiler. Başkentte hızla yayılan bu eyleme karşı, Bolşevik Parti’nin çok farklı bir yaklaşımı vardı. Lenin, henüz devrim tüm ülkeye yayılmamışken, başkentle sınırlı bir silahlı ayaklanmanın ezileceğini biliyordu. Ve Parti, bu eylemi durdurma kararı aldı. Devrimin en kritik anıydı yaşanan; kitlelerle öncünün arasında kurulan güven ilişkisinin sınavdan geçeceği bir an. Parti kararını duyan pek çok işçi aynı tepkiyi veriyordu: “eğer sizi şahsen tanımamış olsak, Menşevik diye kovarlardık”. Ancak, bizzat kitlelerin içinde bulunan kadrolar, partiyi bu açmazdan kurtaran bir atılıma girmekte gecikmediler. “Bu durumda başka kararların alınması gerekiyordu... Bir çok durumda Bolşevik Partinin sıradan üyeleri, kendi inisiyatifleriyle ve sorumluluk yüklenerek, partinin geleceğini tehdit eden bu duruma karşı kararlar aldılar.” (Age). Bu sıradan partililer, çığ gibi büyüyen hareketi durdurmak yerine, gösterilerin başına geçip, kitlelerin etrafını silahlı işçi birlikleriyle kuşatarak, onları bir provokasyona karşı korumaya aldılar. Partinin tümünün ne kadar haklı olduğunu anlamak için kitleler fazla beklemedi. Gösteri barışçıl geçtiği halde, hemen ertesi gün Bolşevik gazetelere ve parti bürolarına baskınlar yapıldı, başkent karşı-devrimin işgaline uğradı. Küçük-burjuva liderlere boş umutlar besleyen çok geniş bir kesim; bu saldırılara tepki olarak, Bolşevik saflara akın etmeye başladı.
Ağustos’ta toplanan 6. Parti Kongresi illegal koşullarda yapıldı, üye sayısı 80 binden 240 bine sıçramıştı. On Sovyet bölge yönetiminden altısı Bolşeviklerin egemenliğindeydi. Kornilov’un karşı-devrimci ayaklanmasının bastırılması sonrası, askerler de kitleler halinde partiye katılıyordu. Bu haliyle parti artık, devasa bir güçtü. Böyle bir durumda bir parti, kitleleri kendi istediği yere taşıma ayartısına kolayca kapılabilirdi. Ama öyle olmadı. Lenin ve arkadaşları gözlerini devasa kitlelerin bağımsız devrimci eylemlerinden ayırmadılar, bu bağımsız eylemlerle ortaya çıkan devrimci inisiyatifi tanıyıp desteklemeyi, bu eylemlerde somutlaşan belirgin eğilimlere politik hedef belirleme yolunu titizlikle izlediler.
Büyük Ekim Devrimine sadece haftalar kala, bu kez başkentle sınırlı kalmayan, tüm ülkeye, kentlere ve en önemlisi kırlara yayılan bir hareket gelişti. İşçiler, şaşırtıcı gelmesin, ‘ekonomik’ talepli bir genel greve gittiler. Parti, Lenin’in “daima kitlelerle birlikte, ama onlardan geri kalmadan, koşarak önlerine geçmeden” ilkesine uygun olarak, daha yüksek ücret ve çalışma koşullarının düzeltilmesi için yapılan grevi destekledi. Ancak, talepler ekonomik olsa da, artık kavgaya girilen arena, eski arena değildir. Hemen her yerde bu grevler, kendiliğinden, işçilerin fabrikalara; madenlere el koymasıyla sonuçlandı. El konulan işletmeler, silahlanmış işçiler tarafından korunmaya alındı. “Buradaki bir ‘yüreklendirme’den çok, eski mücadele biçimlerinin artık yeterli olmaması, yeni amaçlara uygun düşmemesidir. Şimdi artık hareket doğrudan iktidarı ele geçirme ve sanayi yönetimine el koyma sorunuyla karşı karşıyadır.” (Age)
Söz konusu Rusya olunca, kırsal kesimin yönelimi tüm dengeleri altüst edecek etki yaratır. Kornilov’un ezilmesinden hemen sonra, pek çok bölgede köylü kitleler malikaneleri ateşe veriyor, toprağı kendi aralarında paylaşıyorlardı. Asker kıyafeti içindekiler, pek çok olayda subayları alaşağı ediyor ve kendi komutanlarını seçiyordu. Bu geniş hareket içinde, pek çok yerde Sovyetler kendini yerel iktidarlar olarak ilan etmeye başlamıştı. Bu açıkça, Bolşevik Partinin resmi bir karara varmadan önce, iktidarın fethi sorununu önlerine koymaları ve çözüm için kararlılıkla harekete geçmeleriydi. Bolşevik Partiye düşen, bu ölümüne kararlılığı, başkentte iktidarı devirerek merkezi bir hükümet, bir devrimci hükümet biçimine büründürmekti.
Büyük Ekim Devrimine işte böyle, kitleler ile öncüler arasındaki her an kırılabilir o incecik buzda titiz bir gözlem, cesaret ve olgunlukla yürünerek ulaşıldı. Tıpkı Marx ve Engels gibi Lenin de, kitlelerin bağımsız devrimci inisiyatiflerini tanıyarak, onların hatalarından öğreneceği fırsatları gözleyerek ortaya çıkan bağımsız hareketin henüz belirsiz amaçlarıyla partinin berrak hedefleri arasına, anlaşılması kolay, sadeleştirilmiş sloganlarla örülü köprüler kurarak; ama her dönemeçte partinin eylemini, kitlelerin bilinç ve örgütlenme seviyesine göre ayarlayarak ve prensipte zerre ödün vermeyen bir ustalıkla, Marksist çizgiyi devam ettirmiştir. Dalgayı beklemek ya da onu yaratmak ikilemine kapılmadan, zamanı geldiğinde kabaran ve giderek olgunlaşan her dalgaya, koşup önlerinde bayrak sallayarak değil, ciddi bir politik kurmay gibi biçim vermeye çalışarak izlemiştir bu çizgiyi.