Geçtiğimiz bir sene içerisinde ekonomiye dair birçok laf duyduk. Kimileri sürekli bir ekonomik krizden bahsederken kimileri de halkı ortada bir ekonomik kriz olmadığına, dış mihrakların bir oyunu olduğuna inandırmaya çalıştı. Burjuva eğilimin bir kanadı krizi salt bir finans krizi ve dış borç krizi olarak görüp çözümü sıkı para politikalarında aradı.
Ekonomik kriz var diyenlerin bir kısmı ise krizi “tek adam yönetiminin yol açtığı kriz” olarak görürken ortalığa “krizin faturasına emekçiler ödemesin" diye çıktılar. Peki, uzunca süredir devam eden ve önümüzdeki yıl kendisini çok daha belirgin bir şekilde hissettireceğinden emin olduğumuz bu “ekonomik kriz” tartışmalarında aslolan nedir? Bu yaşadığımız gerçekten tek adam rejiminin hatalı yönetiminden kaynaklanan bir kriz mi, bir finans/dış borç krizi mi yoksa gerçeklik bu ikisinden uzakta başka bir yerde mi gizli?
Öncelikle şunu belirtmekte fayda var diye düşünüyorum: Krizi salt finansal ve dış borç kaynaklı bir kriz olarak görenler, yönetim beceriksizliği veya hatası olarak görenlere göre daha tutarlı ve bilimsel bir zeminde hareket etmekteler. Elbette ki yerel para biriminin değersizleşmesi ve yabancı kurların değerlenmesi kurumsal iktisat bakış açısıyla demokrasi, özgürlükler, eğitim, fikri mülkiyet hakları gibi birtakım kurumların (yabancı sermaye açısından “güven unsuru” olarak görülmesi nedeniyle) yokluğuyla açıklanabilir. Fakat bilinmelidir ki AKP iktidarı da önceki bütün iktidarlar gibi sermaye –özel olarak tekelci sermaye- iktidarıdır. Bu durumda kurumlar ve kurumların gerilemesi bir sebep midir yoksa sonuç mudur?
Tarihsel olarak incelediğimizde, durum böyle olmasa ne 71 darbesi olurdu ne 80 darbesi olurdu ne de bu topraklara faşizm gelirdi. Çünkü 71 darbesinin de 80 darbesinin de tekelci kapitalist sınıfın iktidarını koruması açısından ne denli önemli olduğu tekelci kapitalistlerin gerek bu darbelerden gerekse ardından gelen sivil hükümetlerden ne derecede fayda sağladığına bakarak anlaşılabilir. Yani kısacası bugün “tek adam diktatörlüğü” de, eğitimde gericileşme de, özgürlüklerin kısıtlanması da sermayenin yönetme krizinin bir sonucu olarak ortaya çıkmıştır ve bugün ekonomik kötüleşmenin sebebi olamazlar.
Bilimsel sosyalizmin kurucularının bize öğrettiği üzere kapitalist üretim biçimi krizlere her zaman gebe bir sistemdir ve kapitalist üretim biçiminin egemen olduğu yerlerde krizler kaçınılmazdır. Her kriz bir önceki krizin devamı niteliğindedir:
“…bir krizin devamı olan her kriz, daha evrensel boyutlara ulaşır ve bu yüzden bir önceki krizden daha kötüdür” (Engels, 1843).
Bu olgu burjuva iktisatçılar tarafından tarihin hemen her döneminde –kriz dönemleri hariç- unutulmuştur ve “market ekonomisi” dedikleri kapitalizmin aslında ne kadar güzel ve kusursuz bir sistem olduğunu bir takım gerçekçi olmayan varsayımlar altında kanıtlama yarışı içerisine düşmüşlerdir. O nedenle krizler burjuva iktisatçılara göre daima dışsal unsurlar olarak değerlendirilmiştir. Hâlbuki bu görüş de yanlıştır. Çünkü kapitalist üretim biçiminde krizler dışsal değil sisteme içkin, içsel olgulardır. Kapitalist sınıf içerisinde her zaman bir rekabet durumu vardır (bu günümüzde artık tekeller arası bir rekabettir). Emek sömürüsünün bir ürünü olan sermaye daima büyümek zorundadır. Sermaye birikiminin gerçekleşmediği durumlarda sistemsel bir boşluk oluşur ve bu boşluk benzer alanda üretim yapan başka bir firma tarafından doldurulur. Bu nedenle kapitalistler üretim maliyetlerini azaltmak ve rakibinden daha fazla artı-değere el koymak zorundadır.
Üretimde maliyeti azaltmak ancak işçilerin ücretlerini düşürmek, işçileri daha fazla çalışmaya zorlamak veya teknik ilerlemelerle daha az işçiyle daha fazla üretim yapmak yoluyla mümkündür. İşçilere ancak yaşamını idame ettirebilecek kadar ücret ödeyen kapitalist zaten işçileri ölesiye çalıştırmaktadır. Bu durumda sermayeye tek bir seçenek kalır o da daha az işçiyle daha çok üretim yapmaktır. Ancak firma bazında daha az işçiyle daha fazla ürün üreten kapitalist -ki sektördeki tüm kapitalistler aynı şeyi yapar- artı-değer oranını artırırken işçilerin sektörel bazda azalması demek değerin kaynağı olan emeği ve artı-değerin kaynağı olan yaşayan emeği üretim sürecinin dışında bırakmak demektir. Sermayenin organik bileşimi sürekli canlı emek aleyhine değişir ve bu uzun dönemde kar oranlarının düşmesine yol açar.
Kar oranları düşünce bazı firmalar yatırımlarını durdurur. Bu firmaların üretim araçlarını temin ettiği şirket ise bir müşterisini kaybetmesiyle kendi mallarına olan talep azaldığı için ürünlerini daha düşük fiyattan satmak zorunda kalır. Düşük fiyattan mal satarken kar oranını koruma amacı güden ikinci şirket de bu nedenle işçileri işten çıkarır ve karlı olmadıkları gerekçesiyle yatırımlarını durdurur. Fiyatlar değerin altına iner ancak işsizlik artar, işsizliğin artmasıyla işçi ücretleri azalır. İşçi ücretlerinin azalması ile birlikte tüketim, üretimin altına düşer. Bu ekonomik krizin bir biçimini oluşturur. Ancak krizler üretim ve dolaşım sürecinin herhangi bir aşamasında oluşan başka nedenlerle de ortaya çıkabilir: Üretim araçlarının fiyatları yükselebilir, üretim sürecinde işçiler grev, sabotaj veya ayaklık gibi eylemlerde bulunabilir, üretilen mallara yeterli talep olmayabilir vb.
“Spekülasyon, aşırı üretimin en yüksek aşamasına ulaştığı dönemlerde hep görülür. Spekülasyon, aşırı üretim döneminde geçici pazar olanakları sunar, ama tam da bundan dolayı krizin patlak vermesine ve etkilerinin genişlemesine neden olur. Kriz önce spekülasyonun olduğu alanlarda patlak verir; ancak ondan sonra üretimi vurur. Yüzeysel düşünen bir gözlemcinin krizin nedeni olarak gördüğü şey, aşırı üretim değil aşırı spekülasyondur, oysa bu sadece aşırı üretimin bir semptomudur.” (Marx, 1848).
2007-2009 “finansal krizi”nde de 2018 krizinde de durum bundan pek de farklı değildir. Bu nedenle krizi sadece finansal/dış borç kaynaklı görmek de bize yüzeysel bir analiz sunar.
Sorunu “tek adam rejimi”nde bulan, çözümü de tek adam rejiminin ortadan kaldırılmasında bulacaktır. Ancak sorun tek adam rejimi olmadığı için tek adam rejiminin ortadan kaldırılması çözüm olmayacaktır. Bunun yanında krizin faturasını krizi çıkaranlar ödesin, krizin faturasını emekçiler ödemesin demek de ilk bakışta radikal ajitatif sloganlar gibi görünse de içi boş ve anlamsız sloganlar olarak kalacaklardır. Tarihin her döneminde krizleri burjuvazi çıkarmış faturasını da emekçilere, küçük burjuvaziye ve görece küçük olan orta burjuvazinin katmanlarına ödetmiş, küçük burjuvazinin ve orta burjuvazinin yarattığı boşluğu kendisi doldurarak bundan fayda sağlamıştır. Tabii ki güçlü bir örgütlü mücadele krizin faturasını tekelcilere ödetmeye yetecektir çünkü finans-kapital iktidarını kaybetmektense faturayı ödemeyi tercih edecektir. Fakat krizin faturasını finans-kapitale ödetecek, emekçilerin ödememesini sağlayacak ve finans-kapitali “iktidarını kaybetmektense” durumuna düşürecek bir örgütlülük sağlanması halinde iktidarı almaya yeltenmeyip krizin faturasını ödetmekle yetinmek bir darkafalılıktan başka bir şey değildir. Kapitalizmin yıkılışının bir ekonomik krizle geleceğini ve sınıf mücadelelerinin ekonomik kriz dönemlerinde yükseldiğini hem bugün ülkemizde artan grevler aracılığıyla hem de Marx ve Engels’in bizzat kendisinden görüp öğrenebiliriz:
“(krizlerden bahsederken) ve sonunda ekonomistlerin felsefesinde asla hayal bile edilmeyecek olan bir toplumsal devrime neden olur” (Engels, 1843 )
“Sosyalizmin yakınlaşması engellenemez, özellikle de bir sonraki kriz, işçileri tam bir yoksulluğun zorlamasıyla politik çareler (parlamento eylemi) yerine toplumsal çarelere yönlendirdiğinde. Ve kriz en geç 1847 yılında sanayinin ve ticaretin içinde bulunduğu mevcut durumun arkasından gelmelidir… İşçiler kendi bildirgelerini taşıyacaktır” (Engels, 1845).
“1844 ve 1845 yıllarındaki grevler, öncekilerden daha az dikkat çektiyse, bunun nedeni 1844 ve1845 yıllarının, İngiliz endüstrisinin 1837 yılından beri ilk defa gördüğü bolluğun ilk iki yılı olmasıdır” (Marx, 1847)
“Ne olursa olsun, şurası kesin ki, ticari krizin 1848 devrimine yaptığı katkı, devrimin ticari krize yaptığı katkıdan daha büyüktür” (Marx, 1848, s. 292).
“Bu genel refah, burjuva toplumun üretici güçlerinin burjuva sistemin içinde mümkün olduğu ölçüde gelişmesini sağlayarak sürerken gerçek bir devrim sorunu olamaz. Bu tür bir devrim ancak iki etken çatıştığında mümkündür: modern üretici güçler ve burjuva üretim biçimleri… Yeni bir devrim, ancak yeni bir krizin sonucu olabilir; ve krizin geleceği ne kadar kesinse, devrimin geleceği de o kadar kesindir” (Marx, 1852).
Yönetim krizinin bu kadar derinleşmesinin yanına ekonomik krizin derinliği de eklendiği ve bu durumun dünyanın genelinde bu şekilde ilerlediği göz önünde bulundurulursa kapitalizmin bu sıçramalı çöküş evresinde atılacak en doğru slogan krizin faturasıyla ilgili değil devrimin güncelliği üzerine olmalıdır!
A.Doğan