2008 sonlarında yolum yine zindana düşmüştü. Setenay Berdan’dan bir mektup aldım. Yoğun bir “ekonomi-politik sarhoşluğu” içinde olduğu her halinden belli, heyecan dolu satırlarında, yeni bir şeyi bulmuş/görmüş olmanın coşkusu vardı. Malum. Tüm dünyayı derinden sarsan bir krizin (2007 “mortgage krizi”) içindeydik. “Bizim Reis” meydan meydan gezip “bizi teğet geçecek” deyip duruyordu dünyayı pençesine alan kriz hakkında.
İşte o kriz günlerinde, özelde o krizin, genelde kapitalizmin gelişim ve krizlerinin ana halkasını yakaladığına inanmanın heyecanıydı Berdan’ınki. Archimed’in “evreka”sı bir bakıma. O kısacık mektupta “değer” üzerine bir şeyler yazıyordu. İlk okuduğumda oturtamadım. Yanıt olarak “emek-değer teorisi çıkarsa Marksist ekonomi-politikten geriye ne kalır ki” diye yazdığımı hatırlıyorum. O ısrarlıydı. Yazdıklarının “emek-değer teorisi ile çelişir şeyler olma”dığını, “değerin gelişimini temel aldığı”nı söylüyordu.
Benim 8-9 aylık kısa süreli zindan konukluğum sona erdi. Yine pratik işlerin hengamesine dalmak zorunda kaldık. Sonuçta o, çalışmasını sürdürdü. 2009 yılında, kitap sayfasıyla yaklaşık 750 sayfalık iki ciltlik bir çalışmayı gönderdi. İçerik olarak da hacimli bir çalışmaydı.
“Bir Kulenin Hikayesi” ile başlamıştı çalışmaya. Babil Kulesi’nin hikayesi ile. “Modern Babil Kulesi” olarak gördüğü “değer/varlık-değer yığını” (ki çalışmasında bunu “likit-değer” olarak adlandırmayı öneriyor) tepesinden günümüz dünyasına bakmaya davet ediyordu okuru.
Kitabın son halini alma hikayesi uzun. Bir taraftan dizgi işi yapılırken, diğer taraftan el yazmalarının kopyaları, ekonomi-politik alanında son derece yetkin olan yoldaşlara gönderildi. Çalışmaya dair değerlendirmeleri alan Berdan, karşılıklı tartışmalar sonucu, kitabın ilk cildini yeni baştan yazdı. Kendi deyimiyle “ilk yazımda kafasının karışık olduğu bölümler bu sayede tamamen berraklaşmış” oldu.
Tabii tüm bu eleştiri, tartışma, yeniden yazım süreci hatırı sayılır bir zaman dilimini kapsadı. Araya Taksim’de görkemli 1 Mayıslar, “Arap Baharı”, Rojava devrimi, Gezi Ayaklanması, 6-8 Ekim serhıldanı ve bir dolu büyük toplumsal olay girdi.
Nihayet yeniden yazım işlemi bitip el yazmasının nüshasının postaya verildiği tarih, 25 Haziran 2015. İkinci ciltte ise kimi küçük düzeltme ve değişikliklerle yetindi yazar. Yayınevine yazdığı mektupta, tevazu ile “Basılı metin üzerinde gerekli rötuşları yaptıktan sonra, ki bu en fazla bir günümü alacaktır, sana geri yollayacağım. Böylesi ikimiz için de daha kolay olacak. Ve bu defteri kapatmış olacağım. Öncekilerde olduğu gibi, bu çalışma da artık bana ait değil. O sizin. İstediğinizi yapabilirsiniz.” diyordu.
Dizgilerin yapılıp nüshanın redaksiyon çalışmasına hazır hale getirilişinden sonra, yani yaklaşık 5 yıl önce, kitabın hızla baskıya hazır hale getirilmesi gerekiyordu. Ne yazık ki olmadı.
Gecikmenin asıl müsebbibi ise, en başta onu yayına hazırlayanlardan biri olarak benim. Tek söyleyebileceğim, çok yoğun bir dönemden geçiyor olduğumuzdur. Rojava, “çözüm süreci”nin bitişi, 15 Temmuz ve diğerleri. Ve üstelik araya giren çok acil faaliyetler... Tüm bu dönemde yoğun pratik faaliyete gömülmüş devrimciler olarak, bu türden teorik çalışmaları düzenleyecek zaman ve ortamdan mahrum durumdaydık. Ayrıca bu dönemde yine kısa süreli bir “zindan konukluğu” yapmak zorunda kaldım.
Gecikmeli bir şekilde redaksiyon çalışmasına başladığımda, öncelikle 2009’da yazılmış ilk halini ele aldım. Çalışmayı bütünlüğü içinde görmek istiyordum. Böylece hiç yayımlanmayacak o ilk el yazmasını baskıya hazır hale getirdim. Çalışmanın ilk cildi bu ilk yazımda “Kavramsal Analiz” başlığını taşıyordu.
Ardından yeniden yazılmış haliyle ilk cildin baskıya hazırlanmasına giriştim. O zaman yazarın “kimi konularda kafam karışıktı” derken neyi kastettiğini daha net anladım. İlk yazımda kimi konular değişik bölümlerde tekrarlanıyor, anlatım berraklığı kayboluyordu. Yeniden yazımda bölümler yerli yerine oturmuş, anlatım daha net ve berrak bir biçim almış ve bu arada çalışma hacim olarak neredeyse yüzde 60’a düşmüştü. “Kavramsal Analiz” yerine “Teorik Analiz” başlığını tercih etmişti yazar. Bu adlandırma daha uygun düşmüş. Zira “kavramsal analiz”, özünde teorik analizin ilk adımıdır. Onu kavramın/olgunun diğer kavram/olgularla ilişkisi içinde ele alınması izler. Ve en sonu, kavram/olgu, tarihsel gelişimi içinde ele alınmalıdır. Özet olarak diyalektik yöntem bunu gerektirir. (Bkz. Lenin’in İnnes Armand’a mektubu.)
Berdan çalışmasında tam da bu yönteme sadık kalıyor.
İlk cildin bu tekrar yazımına Berdan bir “Giriş” eklemiş ama “Bir Kulenin Hikayesi”ni çıkarmıştı. Yazarın onayını alarak bu hikâyeyi ait olduğu yere, kitabın ilk başına yerleştirdim. Ne yalan söyleyeyim. Kitaba böyle “kuru kuruya” bir “Giriş” ile başlamak, hatırı sayılır bir okur kitlesinin gözünü korkuturdu doğrusu! Oysa gerçeğe ve bilgiye ulaşma serüveni metaforu olarak Babil Kulesi, her açıdan konuya canlı ve eğlenceli bir adım atma anlamına geliyordu:
Bir kuleyi fethetmek için, onun yapı taşlarını, farklı katları arasındaki geçişleri, yolları, en tepeye çıkan labirentleri, tüm sıva dökülürken, içinde ne var ne yok görebilecek durumdayız.
Binlerce yıl öncesinin ilk Babil kulesi, günümüz sermayesinin modern servet kulesi yanında ancak bir baraka sayılır. Ancak, Babil kulesi, insanlık tarihinde “hakikate ulaşma” serüveninin de bir metaforudur. O kulenin en tepesinde her şey, aşağıda görünenden çok farklıdır. Aşağıda alabildiğine somut olan her hareket, kulenin tepesinden görünen soyut resmin küçük bir parçasıdır. (...)
Uzaya çıkan pek çok astronot, yaşadıkları deneyimin olağanüstülüğünden bahseder. Dünyaya binlerce kilometre yukarıdan bakmanın, insana çok farklı bir algı düzeyi kazandırdığı iddia edilir. Doğrudur, hiç kuşku bulunmasın. Astronotların belli bir deneyim sonucu elde ettikleri farklı algılama bilginin soyut Babil kulesi için de geçerlidir; bu en tepeden dünyada olan bitene bakanlar, bundan böyle yaşanan her şeyi farklı bir gözle kavrayacaklardır.
Okuru, burjuvazinin Babil kulesini fethetmek için, en tepeye çıkmaya ve her şeye oradan bakmaya davet ediyorum.
Ve biz, yazarla birlikte “kuleye” tırmanmaya hazırlanırken, önce “Giriş”te “Üretici güçlerin komünist bir toplum yaratıp yaşatmaya karşılık gelen gelişimi ne demektir?” sorusuyla duralıyoruz:
Komünist topluma karşılık gelen gelişimden, yalnızca maddi ürünlerin bolluğu ve zenginliği anlaşılmasın. Bundan daha önemli olanı, üretici güçlerin (en başta emek) ve üretim araçlarının ancak kolektif biçimde işleyebilme düzeyine ulaşmış olmasıdır. Üretim araçlarının kolektif karakteri, bu konu üzerinde yeterince durulmuş. Ek olarak, emeğin kolektif ve evrensel karakterindeki gelişim, işte yakından incelenmeyi hak eden nokta burasıdır. Tek bir üründe onlarca farklı emek türünün kullanımı ve küresel tedarik zinciri ile emek süreçlerinin dünya ölçeğine taşımış olması, vurgulanmaya değer.
Emeğin toplumsallaşmasının “değer yasası dolayımıyla” oluşuna geliyor konu. Böylece görüyoruz ki, yazar, ilerde açımlayacağı ana fikirleri kimi yerde bir belit haliyle “Giriş”te ortaya koyuyor. Örneğin:
Üretici güçlerin komünist bir toplumu yaratma ve sürdürmeye yetenekli hale gelişinin, öyleyse, en derindeki göstergesi, bu güçlerin bir değer yasasına gerek duymadan işleyebilecek özellikler kazanmasıdır. Bir başka ifadeyle; değer yasasının kendisi üretici güçlerin gelişimini engelleyen dar bir deli gömleğine dönüşmüşse, komünist toplumun bütün maddi temeli oluşmuş demektir.
Çalışmamız boyunca değer yasasının işleyişini, tek tek ögelerinin gelişiminin gelip dayandığı noktayı, ögeler arası çelişkinin sürdürülemezliğini ve nihayet, üretici güçlerin değer yasası yerine, daha üstün bir topluma ait yasaları koymayı zorunlu ve kaçınılmaz hale getiren tüm koşulları irdeleyeceğiz.
Burada bahsedilen bu başlangıç noktası, özünde yazarın analizlerinin sonuç noktasıdır. Bir belit, bir varsayım gibi görünen konu, gerçekte, teorik analizlerin vargısıdır. Marx’ın “Kapital”e “meta analizi” ile başladığı bilinir. (Kuşkusuz araştırma yöntemi olarak değil, sunum olarak böyle başlamıştır Marx.) Berdan ise inceleme merceğini “meta”dan, onun temel ögesi olan “değer”e (değişim-değeri/mübadele-değeri) kaydırıyor. Değerin kendini açıp gelişmesi üzerinden irdeliyor ilişkiyi. Ve değerin bu serüveninin son durağa geldiğini tespit ediyor. “Bir yandan emeğin süresinin minimuma indirgenmesi için bastıran, öbür yandan emek süresini zenginliğin tek ölçüsü ve kaynağı olarak vazeden sermaye, süre giden çelişkinin ta kendisidir” (Marx). “Değer yasasının aşıldığı/gereksizleştiği” noktayı tespit etmek, teorik açıdan “ürün ile değer arasındaki ilişkinin gidebileceği son noktayı” (Engels) saptamak... işte asıl mesele burada.
Marx, kapitalist üretim tarzını kılcal damarlarına varıncaya dek analiz ederken, elindeki en önemli ölçüt, değer yasasıydı. Bu nedenle, Marx'ın analizini çürütme gibi beyhude bir çabaya girişen burjuva ekonomi yazını, emek-değer yasasını hedef listesinin başına oturttu. Buna karşılık Marksizmi savunanlar, yasanın geçerliliğini tanıtlamak adına onu kutsal bir hale ile çevrelediler. Kötü bir savunma hattında önsüz sonsuz ilan edilen emek-değer yasasının, Marx tarafından biçilen ömrü, meta ekonomisinin ömrü kadardır.
Marx’ın ifadeleriyle söyleyecek olursak: “Emek, doğrudan biçimiyle servetin büyük kaynağı olmaktan çıkar çıkmaz, emek-zamanı da onun ölçüsü ve dolayısıyla değişim-değeri kullanım-değerinin ölçüsü olmaktan çıkar ve çıkmak zorundadır (...) Değişim-değerine dayanan üretim bununla birlikte çöker ve doğrudan maddi üretim sürecinde geçicilik ve karşıtlık biçimine girmiş olur.”
Şu hâlde konuya değer ile başlamak gerekiyor ve biz, böylece ilk cildin birinci bölümüne, “Emek-Değer Teorisi” bölümüne gelmiş oluyoruz.
Berdan’ın çalışmasının bu bölümü kuşkusuz en fazla yoğunlaşma gerektiren bölümü. Kılı kırk yaran çözümlemeler, Hegel yöntemine dayanan açımlamalar, Marx’ın yönteminin yetkin bir anlatımı... Bir bakıma “Kapital’i anlama kılavuzu” diyebileceğimiz uzunca bir bölümdür “Emek-Değer Teorisi” başlığını taşıyan bu ilk bölüm. Marksist ekonomi-politiğin temelleri serimlenirken, eski ve günümüz kriz tartışmalarına, Tugan-Baranovski’den Rosa’ya, Arrighi’de Harvey’e, kapitalist yeniden üretimin şemalarına (Kesim I ve II) bir dolu değerlendirme görecek okur. Özellikle ekonomi-politikle ilgili okur için gerçek bir hazine niteliğinde özet değerlendirme. Bu uzun bölümle birlikte ayaklarını sağlamca basacağı zemini hazırlamaktadır Berdan.
Berdan tüm çalışma boyunca, ele aldığı olguların içsel bağlarını, onların yasallıklarını ortaya koymaya gayret eder. Krizler ve ekonomi-politik üzerine yazan pek çok Marksist iktisatçının sadece olay ve olguları yan yana sıralamakla yetindiği, bunları konuya bir dışsal öge olarak yerleştirdiği yerde o, tüm ele aldığı konuların nasıl bir ilişki ağından içkin yasalarca doğurulmuş olduklarını göstererek Marksist yöntemin başarılı bir uygulayıcısı olduğunu kanıtlamaktadır. Berdan’ın çalışmasını daha baştan üstün kılan temel bir özelliktir bu.
Emek-değer teorisini çeşitli yönleriyle ele aldıktan sonra (olgunun kendi içinde analizi), artık diğer olgularla ilişkisi içinde tahliline ve tarihsel gelişimine geçebilir yazar. “Değer Yasasının Gelişimi ve Sınırları” başlıklı ikinci bölüm, bu amacın açıklandığı ikinci bir “Giriş” görevi görmektedir. Amaç tüm netliği içinde ortaya konur ve “Meta-Değer” başlığıyla değerin kendini açması ve gelişimi, bu “tarihsel serüven” ele alınır. “Meta-Değer” bu tarihsel serüven içinde farklı yön ve ilişkileriyle, farklı adlar eşliğinde toplam üç bölümde ele alınır. Ardından “Para-Değer” olarak değerin yolculuğu işlenmektedir. Bu konu da beş ayrı bölümde, beş ayrı başlık ve ilişki biçimi içinde ayrıntılı olarak ele alınır.
Böylece “değer”in meta ve para biçimlerinin, farklı ilişki ağları içindeki tarihsel gelişimi masaya yatırılmış olur. Burada bir paragrafta geçtiğime bakmasın okur. Kapital boyutundaki bir kitabın 100 sayfalık kısmından bahsediyorum!
Ve ardından para konusu “Çelişkinin Sınırlarındaki Para” başlıklı 11. bölüm ile tamamlanır:
Para, ürün olarak ürünle, değişim-değeri olarak ürün arasındaki çelişkisinin nedeni değildir, fakat para sayesinde bu çelişki açılıp saçılır, kendi uç kutuplarına doğru taşınır. Para, her türlü geliri, maddi ögeler biçiminde işleyen sermayeyi, hatta solunan havayı bile (Kyoto protokolünde öngörülen, her ülkenin karbon salınım kotasını bir başka ülkeye para karşılığı devretmesi gibi) kredi sistemi aracılığıyla kredi havuzunun birer damlası haline getirir. Bu noktada para, gücünün doruğunda görünür. İkarus'un balmumu kanatlarının güneşe en yakın olduğu andır bu. Ve artık parasallaştırılacak bir ilişki, bir şey kalmayınca, ancak kendini daha da şişirerek içeri doğru büzüşmesini engelleyebilen entropik karakter kazanan para, vardığı doruktan hızla yere çakılma kaderinden kaçamaz. Yukarı fırlatılan her taş gibi, ulaştığı tepede hareket kabiliyeti sıfırlanır. Para biçimi içinde ürüne ve üreticiye yabancılaşmış değer, koptuğu zemine doğru hızla kaymaya başlar. Ve o güne dek hareket kazanması için sisteme dahil ettiği kaynakları gerisin geri kusmaya zorlanır.
Kapitalizm paraya yüklediği işlev ve güçle, paranın kendi içine büzüşmeye başlayacağı o zirve noktasını öteleyebilmek için toprak, su, hava, yaşamın temel ve doğal ne kadar ögesi varsa, hepsini sermayeleştirmiştir. Ama bu da çözümünü bekleyen çelişkisini yumuşatmaya yetmez. Çünkü sermayeleştirerek yarattığı değer hayalidir. Hiçbir emek içermediği için bir değeri olmayan, fakat bu duruma tezat bir değişim-değeri biçimine sokulan nesnelerin sayısı artar.
Kendi içine büzülmeyi ötelemek sonucunu doğuran bu yollar, dönüp dolaşıp, büzüşmenin başlayacağı patlak vereceği noktadaki yıkımı, yalnızca toplumun değil, doğanın tüm alanlarına taşımış olur. Para ilişkilerine dahil edilen ögeler, ne kendi yaygınsa, paranın tetiklediği depremlerin burjuva toplumda yarattığı yıkım o denli büyük olur.
Değer çözümlemesinde sırada “Sermaye-Değer” var. Berdan şimdi olguyu sermaye biçimi açısından ele alacaktır. Burada altı (12.-17. bölümler arası) bölümde konu yine ayrıntılı ele alınır. Sermaye-değer farklı tarihsel aşamalardaki farklı ilişki ağ ve biçimleri içinde incelenir. 18. Bölüm “Sermaye-Değerin Son Virajı” başlığını taşımaktadır. Başlıktan da anlaşılacağı üzere, aslında bu ve sonraki bölümler de yine “sermaye-değer” konusuna dahildir. Ama Berdan tam burada böyle bir başlık ile özel bir konuya girdiğini okura ilan etmektedir. Çünkü artık sermaye-değer’in son biçimi olarak, bütün varlıkların değere, bütün değerlerin de hayali biçim altında sermayeleşerek akışkan bir özellik kazanmasına gelip dayanmış bulunmaktayız. Bu nedenle yazar, bu biçime “likit-değer” adını vermeyi önermektedir:
Değerin meta biçimden başlayarak, adım adım gelişimi, onu sonunda en genel ve soyut biçime kavuşturarak -bir anlamda onu bir varlık olarak gereksiz hale getirerek- günümüzün içinden çıkılamayan yıkımlarını hazırlamıştır. Yeni Evre ile girilen bu süreçte yaşanan pek çok olay, burjuva ekonomi kitaplarında yazarlara tersti. Sadece burjuva ekonomistler değil, ama Marksizmin dar kavranmasına yaslanan herkes aynı şaşkın kaderi paylaştı.
(...)
Bütün bu karmaşa ortasında, kapitalizmin sonunu getirecek Yeni Evre'ye dair fikirler olgunlaşmaya başladı. Kapitalizmin tarihsel bir sınırı olduğunu hatırlatan Yeni Evre fikri, bu analiz noktasından aldığı güçle, kapitalizmin son 40 yıldır yaşadığı dönüşümün adını koyuyordu.
Sözü edilen dönüşüm ne bir komplo ne de kapitalizmin bir başka cins kapitalizme dönüşümüydü. Bu, üretici güçlerin, değer dolayımına gerek olmadan, kendini geliştireceği ileri düzeye gelindiğinin işaretiydi ve değer kategorisinin en genel, en soyut biçimi olan hayali sermayenin (veya bizim önerdiğimiz bir başka kavram olan likit-değerin) kapitalizmin gelinen aşamasında oynadığı rol, değer ilişkilerinin, üretici güçlerin gelişiminin zorunlu bir halkası olmaktan çıkışını apaçık kanıtlıyordu.
Öyleyse, değer kategorisinin en genel, en soyut durağının, hayali sermaye (likit-değer biçim) olgusunun masaya yatırmanın vakti gelmiştir.
Ve yazar 19. bölümden 30. bölüme kadar ayrıntılı olarak “likit-değer” ele almaktadır. Yine büyük bir titizlik içinde kapitalist evrimin içsel yasalarının zorunlu sonucu olduğunu göstererek çözümlemektedir konuyu. 31. bölüm ise birinci cildin son bölümü olarak bu mevcut evrimin nasıl bir son olduğunu ele almaktadır. Bölümün başlığı “Kabuk Çatlıyor”.
Çalışma alabildiğine hacimli. Yoğun bilgilerle dolu. Kılı kırk yaran değerlendirme ve çözümlemeler var. Salt örnek olması açısından, “Likit-Değer Biçimi” bölümünde, Marx’ın Kapital’lerinin nasıl bir titizlikle ele alındığını gösteren uzunca bir alıntı yapalım:
Dilimize “hayali sermaye” olarak çevrilen hisse senedi, bono vs.nin değer analizimizdeki son durağı temsil etmesi, üzerinde ayrıtıyla durulması gereken bir konudur. Çünkü Marx'ın “Bunlar sermayeyi oluşturan ögeler olmadıkları gibi, bizatihi değer de değildir” (Marx, Kapital Cilt III, sf. 405) cümlesiyle net ifade ettiği bu ögelerin, özellikle günümüz sermaye ilişkileri içindeki yeri ve kapsadıkları etkin rolü yadsıyıp, görmezden gelmek, tümüyle mantıklı görünebilir.
Öyleyse Marx'ın hangi bağlamda, hangi tartışmalar, argümanlar ve sorulara cevap ararken, genel geçer iktisat ve bankacı diline “gayri menkuller” olarak giren ögelerin bizatihi değer olmadıklarını söylediğine bakalım. Kapital III. Cildin 28. Bölümünde Tooke ve Fullerton'un görüşleri ile hesaplaşıyor Marx. Daha önce sözünü ettiğimiz Banking School kurucuları olan yazarlar, dolaşım aracı olarak para ile sermaye arasındaki ilişkileri arapsaçına çeviren bir yaklaşım benimsemişlerdi. Dolaşımdaki her para, sikke ve külçeler, yalnızca paradır ama bankaların kredi yoluyla yarattıkları kredi-para, işte gerçek sermaye budur, diyorlardı. Marx, bu görüşleri eleştirirken, öncelikle paranın dolaşım işlevleriyle, sermayenin meta-değerden para-değere veya tam tersine dönüşürken dolaşıma sermaye olarak çıkması konularına açıklık getiriyor. Bu amaçla gerçek sermaye ile onun yalnızca temsilcisi ya da gelecekteki kar üzerinden pay alma hakkını sağlayan mülkiyet belgelerini titizlikle birbirinden ayırıyor.
Analizin bu noktasına dek Marx, emek-değer yasası temelinde işleyen meta üretimi koşullarına başvurur. Ancak analizin bundan sonra takip eden bölümünde dikkat çeken bir başlık bulunur. Üçüncü cildin ortadan iki bölüme ayrıldığı yerdir burası: Bir Bütün Olarak Kapitalist Üretim Süreci II, ifadesini taşır bu üst başlık. Neden? Engels'e göre anlaşılması en zor bölüm olan 5. bölümü Marx, neden iki kısma ayırırken kitabı da aynı kadere uğramıştır? (...)
(...) Sıkı bir diyalektikçi olan Marx, ikiye ayırdığı üçüncü cildin ilk bölümünde, kapitalist üretimin canlı, farklı varlık koşullarına ve çıkarlarına sahip öznelerini tek tek tanıtmış, karşılıklı üretim dolaşım ilişkisi içinde bu öznelerin tabi olduğu ortak yasaları (ortalama kar, ticari kar, faiz) ve eğilimleri konu edinmişti. Bu anlamıyla kitabın ilk kısmı, emek-değer yasasının kapitalist meta üretimi bağlamında ortaya çıkardığı yasalar, somut bir kapitalist toplum çerçevesinde yerli yerine oturmuştur. Ama, yerine oturmayan parçalar yok muydu?
Vardı! Üçüncü cildin ikinci kitabı olarak tasarlanmış 29. ve 53. bölümler arasındaki metin, iki ana konuya ayrılmış görünüyor. İlki, “Sermayenin oynadığı acayip roller” (411), yani “kendi hareket yasalarını yaratıp” (413), “fiili genişleme sürecinden kopmuş bir sermayeye” (414) dairdir. Sonrası toprak rantına ayrılmıştır. Her ikisi de emek-değer teorisi temelinde açıklanabilen, ancak temelin saptadığı kimi kuralları bozan ögelerdir. Bu noktayı daha iyi anlamak için şunu aklımızdan çıkarmayalım: Sermaye bir maddi varlıktan öte, bir ilişkidir; üretim ve dolaşımın rekabet tarafından körlemesine dayattığı sıkı kurallar, karşılıklı içsel zorunluluklar tarafından varedilen sermaye, bu varoluş koşullarına kendi özgün karakterini giydirmeliydi. Bu nedenle emek-değer teorisinde, ancak iki dışsal öge olarak görünebilecek borç sermayesi ile toprak rantı, bir toplumsal ilişki olan sermayenin analizine dairdir, emek-değere dışsal, ama sermayeye içsel ögelerdir. Konumuz gereği toprak rantı ögesini ele alamayacağız. Sadece şunu belirtmekle yetinelim: Toprak ürünlerinde fiyatı belirleyen, ortalama emek-zamanına sahip olan ürün değil, ama en kötü üretim koşullarına sahip üründür. Tarımsal ürünlere bu özelliği veren, kapitalizm öncesi üretim biçimlerinden kalan toprak mülkiyetidir. Burada kapitalist meta üretiminin yarattığı artı-değerin bir kısmı, sermaye sınıfına dahil olmayan toprak sahiplerince ele geçirilmektedir. Esasında, toprak sahiplerinin artı-ürünün bir kısmını rant biçiminde devşirmeleri, kapitalist meta üretiminin zorunlu bir ögesi, içsel bir ara halkası değildir. Kelimenin dar anlamıyla, yasadan bir sapmadır. Ama geniş anlamıyla ancak yasa tarafından açıklığa kavuşabilen, bu bağlamda yasaya farklı katmanlarla eklemlenen bir sapma.
Marx'ın Tooke ve Fullerton'un arapsaçı iddialarıyla boğuşabilmek için, gerçek sermayenin asla yerini tutmayacağının altını çizdiği ögelere vermiş olduğu “hayali sermaye” terimi yerine, yine bu ayrımın altını çizen ama bu ögelerin işlevsel özelliklerine, günümüzde ulaştığı yaygın biçimlere daha uygun görünen “likit-değer” kavramını, analizimizin vurgularını daha görünür kılabilmek için öneriyoruz. Buna rağmen okuyucuya hatırlatmakta yarar var: “Hayali” nitelemesi, kapitalizm söz konusu olunca, hiç de bu ifadenin günlük kullanımına uymaz. Buyurun, Marx'ın şu uzun ama bir o kadar da analitik öge yüklü pasajına bakalım.
“Paranın, değerin bağımsız bir biçimi olarak, metalara karşıt bir durumda bulunması ya da değişim-değerinin parada bağımsız bir biçime bürünmek zorunda kalması, kapitalist üretimin temel bir ilkesidir ve bu da ancak, belli bir metanın, değeri diğer bütün metaların ölçüsü haline gelen bir madde halini alarak genel bir meta -diğer bütün metalardan farklı- par excellence bir meta şeklini almasıyla mümkündür. Bunun, kendisini, özellikle, paranın yerine, bir yandan kredi işlemlerini, öte yandan, kredi-parasını geniş ölçüde koyan, gelişmiş kapitalist uluslar arasında iki bakımdan ortaya koyması zorunludur. Kredilerin kısıldığı ya da büsbütün kesildiği darlık zamanlarında, para birdenbire biricik ödeme aracı ve diğer bütün metalarla mutlak bir karşıtlık içerisinde, değerin gerçek bir varlık biçimi olarak ortaya çıkar. Metaların evrensel değer kaybı, bunların paraya, yani tamamıyla kendi hayali (abç) biçimlerine dönüştürülememesindeki güçlük ya da hatta olanaksızlık işte buradan ileri gelir. İkinci olarak, kredi-paranın kendisi de ancak nominal değeri tutarındaki gerçek paranın mutlak olarak yerini aldığı ölçüde paradır. Dışarıya bir altın akışı ile çevrilebilirliği, yani gerçek altına özdeşliği kuşkulu hale gelir. Bu çevrilebilirliğin koşullarının korunması amacıyla alınan, faiz oranının yükseltilmesi vb. gibi zoraki önlemlere de işte bunun için başvurulur. Bu durum hatalı para teorisine dayanan ve Overstone ile aynı soydan para tüccarlarının çıkarları için ulusun sırtına yüklenen yalan yanlış yasalarla, şu ya da bu uçlara kadar götürülebilir. Ne var ki, bunun asıl temelini hazırlayan, üretim tarzının kendisinin dayandığı temeldir. Kredi-parasındaki bir değer kaybı (para olarak taşıdığı tamamen hayali -abç- niteliğini kaybetmesinin burada sözünü bile etmiyoruz) bütün mevcut ilişkileri alt üst eder. Bu yüzden de paradaki bu değerin hayali ve bağımsız varlığını (abç) korumak amacıyla metaların değerleri feda edilir. Para-değer olarak ancak para güvende olduğu sürece o da güvenlidir. Para olarak birkaç milyon için meta olarak birçok milyonların bu nedenle feda edilmesi gerekir.” (Marx, Kapital Cilt III, sf. 456-457)
Kapitalist üretimin parada bağımsız bir değişim-değeri biçimi yaratması onun dayandığı temeldir. Bu bağımsızlık, gerçek paraya (altın, gümüş) çevrilebilirlik özelliğini sadece kriz anlarında değil, günümüzde olduğu gibi tüm zamanlar için kaybeden kredi-paraya (banknot, kâğıt para), Marx'ın ifadeleriyle tamamen hayali bir nitelik kazandırır. İşte “hayali” ifadesiyle bizi barıştıran, analizin bu noktasıdır. Çünkü kâğıt para, değişim-değerinin tamamen hayali bir temsilini gerçekleştirmekle kalmaz, ama meta üretiminin geçmek zorunda olduğu M-P' evresini tıkama veya onu açma etkinliğine kavuşur; bu anlamıyla kağıt para, değerin gerçekleşmesi sürecinin kopmaz bir halkası olarak, emek-değer teorisine eklemlenir. Elbette emek-değerin olgunlaşıp bozunmaya yönelen çelişkin kutbuna bağımsız bir hareket kanalı açarak yapar bunu.
Böylece Berdan, değer’in biçimlerini karşılıklı ilişkileri ve tarihsel gelişimi içinde ayrıntılı bir şekilde analiz ederek, değer’in artık gidebileceği bir başka alan/biçim olmadığını kanıtlarıyla ortaya koyuyor. “Kapitalizmin sonu mu” sorusuna büyük bir güvenle “evet” yanıtını verişi, bu tahlillerin sonucudur. Özellikle Leninist teoride 20 yılı aşkın süredir yer alan “yeni evre” kavramının iktisadi arka planını görmek isteyen okur açısından son derece önemli bir çalışmadır Setanay Berdan’ın kitabı. Kuşkusuz önemi sadece buradan gelmiyor. Çalışma boyunca sık sık polemiğe giriştiği pek çok Marksist okul iktisatçılarının çözemediği temel sorunları da başarıyla çözmüş oluyor.
Kitabın ikinci cildi, ilk el yazmasında ‘Tarihsel Analiz” başlığını taşıyordu. Yazar daha sonra bunu “Bunalımlar Tarihi” olarak değiştirdi. Ki doğrusu da budur. Yukarda diyalektik yöntem üzerine olan kısımda zaten “olgunun tarihsel gelişimi içinde ele alınması”ndan bahsederken bu noktaya işaret etmiştik. Yazarın birinci ciltte (Teorik Analiz) yaptığı buydu. İkinci cilt, teorik açıdan (üç yönlü olarak) ele alınan olgunun tarihte nasıl göründüğünü anlatmaktan ibarettir. Yazarın deyimiyle söyleyecek olursak “20. yüzyıla yoğunlaşan bir tarihsel analizle, birinci kitapta ele aldığımız analitik çerçeveyi gerçek olaylar içine yerleştirelim. Eğer okuyucu, birinci kitaptaki analitik çerçeve konusunda az çok hem fikir olduysa, bu ikinci kitap, yeni bir tarihi okuma denemesi olarak görülebilir.”
1929 Bunalımından (“Büyük Buhran”) başlayan bu cilt, 2007 kriziyle sona eriyor. Kuşkusuz son derece canlı ve güçlü bir anlatımla ve kriz/bunalım teorileri açısından son derece “kafa açıcı” bir şekilde...
Okur, çalışmadaki verilerin ne yazık ki 2008 ile sınırlı olduğunu görecektir. Daha güncel veriler kitapta yer almıyor. Ama bunun “günahı” başta da belirttiğim gibi, yazarın değil, yayıncılar olarak bizim. Daha güncel veriler ne sunabilirdi? Özellikle likit-değer bölümünde oluşan uçurumun çok daha muazzam boyutları gözler önüne serilmiş olurdu; çeşitli alanlardaki tekelleşme düzeyi daha net görülmüş olurdu; “parasal genişleme politikalarının” sonuçlarına dair rakamlar sunulabilmiş olurdu. Ama bunların hiçbiri, çalışmanın içerik ve gücü açısından bir farklılık yaratmazdı.
Verilerin güncel olup olmaması değil, özellikle konuyla ilgili kesimlere bu güçlü teorik kitabın bu kadar geç ulaşmış olmasıdır asıl sorun. Her şeye rağmen, kitabın hak ettiği ilgiyi göreceğine inanıyoruz.
Süleyman ACAR
* Leninist Teori ilk sayısından alınmıştır