Yıkılan Duvardan Yayılan Işık
Çanakkale E Tipi Cezaevinde siyasi tutuklular B, C ve D blokta bulunmaktaydı. B bloktaki iki koğuşta kadınlar C ve D blokta ise erkek tutsaklar. Operasyon başladığında B bloktaki kadın tutsakların bulunduğu spor salonunun alt katına tüm ölüm oruççuları toparlandı. Çekileceğimiz son yer orası olacaktı.
Genel olarak koğuşlar iki katlı idi. İkinci katta bloklara üstten girişler vardır. Operasyon başladığında biz yalnızca alt ana maltayı kontrol altında tutabiliyorduk. Üst maltaya idare ve adli kısım tarafından (E blok) askerler girmişlerdi. Bizim bulunduğumuz alt kat ana maltanın idareye bakan ve E blok ve mutfak tarafına bakan iki kısım kapısında karşılıklı barikatları kurmuştuk. Kadın tutsakların kaldığı B bloktaki koğuşlara idare kısmından giriş bulunmaktaydı ve oraya da barikat kurulmuştu.
Ana maltanın alt kısmındaki barikatı kurarken, idaredeki kapının arkasına askerler kum torbalarıyla siper hazırlıyorlardı. Barikatlarımız kurulduğunda askerlerin siperleri de hazırlanmıştı. Ve komutanları megafonla sadece arama yapmaya geldiklerini, bir sorun çıkmasını istemediklerini vs. söylüyordu. Arama yapmaya sabaha karşı 4.45 sularında gelmişlerdi! Ve arama yapmak için önce kendilerine siper hazırlıyorlardı! Robokop kıyafetleri ve uzun namlulu silahlarıyla sesleniyorlardı. Sadece arama yapacağız! (Günlerdir böyle bir katliamın hazırlığında oldukları yansıyordu basına. İlk anda başka cezaevlerinde de operasyon olup olmadığını bilmiyorduk, ama kısa bir süre sonra tv'den 20 cezaevine birden operasyon başlatıldığını öğrendik.) Bize bir şey olsun istemediklerini ve bundan dolayı teslim olmamız gerektiğini söylüyordu. Mantıksız cümleler kuruyordu. Bizim barikattan da bir yoldaş çağrı yaptı askerlere, silahlarını komutanlarına yöneltmeleri gerektiğini, eğer bize yönelirlerse karşılığını alacakları üzerine. Teslim olun çağrıları 'bize ölüm yok', 'devrimci tutsaklar teslim alınamaz' sloganları arasında kayboluyordu. Barikatlarımızı kurduğumuzda marşlarımız daha bir coşkun ve gür sesle söylenmeye başlamıştı.
Fidan Kalşen... Fazla sohbetimiz olmamıştı. Ölüm orucu ekibinde yer aldığında tanımıyordum bile. Ara sıra sabah voltaları için Berna'yla (Berna Saygılı Ünsal, 1. ekipte yer alıyordu. Daha sonra tahliye oldu. 2005'te Mercan vadisinde 16 yoldaşıyla katledildi) birlikte bizim havalandırmaya gelirlerdi. Hemen arkadaşlarla birlikte eşlik ederdik onlara, kalabalık bir volta atmaya başlardık. Dersimli, hemşire olduğunu o zaman öğrenmiştim. Sohbetlerimizde sıcak, içten davranışlarıyla hemen öne çıkardı. 19 Aralık sabahı saat 7'yi biraz geçerken Fidan Kalşen'in “feda eylemi” yapacağı açıklandı. Kısa bir süre sonra işte Fidan geliyordu. Kırmızılar içinde, alın bandını takmış bir düğüne gider gibi geliyordu, elleri kınalanmış. Öyle mutluydu ki, sekerek önündeki engelleri aşıyor, bir yandan da, “bana bu görev verildiği için çok mutluyum. Partimi, halkımı sizleri çok seviyorum” diyordu. Yüzündeki hiç solmayan gülümseme ve gözleri daha da canlanmış, ışık saçıyordu adeta. B bloğun maltaya açılan kapısından çıkmış, hızla ilerliyordu, öyle sabırsız görünüyordu ki. Enerjisi hepimize yayılmıştı. Maltanın üst kısmındaki barikatın yarısı açıldı. Fidan askerlere konuşma yapmaya başladı. Operasyonun durdurulmasını ve çekilmelerini istedi. Kendi iradesiyle bu eyleme karar verdiğini açıkladı. Konuşması bitince taşın üzerinden aşağıya indi. Karşı taraftaki askerler kameraya çekmeye devam ediyordu. Fidan sanki sıradan bir iş yapıyormuşcasına üzerine “yanıcı sıvıyı döktü bir çakmakla ateşe verdi kendini. Ne yapacağımızı bilemeden düşmana olan öfkemizi kapılara vurarak çıkarıyorduk sanki. Bir arkadaş, “arkadaşlar, sloganlarımızla uğurlayalım” diye seslenince, başladık sloganlarımızı haykırmaya. Uzun süre dimdik ayakta idi. Ölüm orucu eylemini “feda”yla birleştirmişti. Tüm gücünü bu eyleme saklamışcasına tek bir kıpırtı dahi olmadan dimdik duruyordu ayakta. Malta elektrikler kesik olduğundan karanlıktı. Fidan'ın zafer işareti yapmış ellerini ve tavana yansıyan ışığını görebiliyordum. İradenin nelere kadir olduğu apaçık ortadaydı. Son ana kadar ayakta. Yere düştüğünde elleri ve tüm vücudu ayaktayken nasılsa öyle kalmıştı. 7.27'de ölümsüzleştiğinde sloganlarımızla uğurluyorduk Fidanımızı. Sedyeye konulup, kızıl bayrakla örtüldüğünde eller üzerinde taşınmaya başlandı. Fidan'ın geçtiği yerde bulunanlar hemen yürüyüş kortejinin arkasında yerimizi alıyorduk. Alın bandını, zafer işareti yapmış ellerini görüyorduk, zaferi gösteriyordu elleri. Sloganlarla arkasından ilerledik B blok kapısına kadar. Ölüm Orucu eylemcilerinin bulunduğu spor salonuna götürüldü ve yoldaşları ayrıca onun için bir tören yaptı.
Operasyonu durdurmak için Fidan kendini öne atmıştı. Diğer cezaevlerinde de ölümsüzleşenlerin haberleri geliyordu. Tüm tutsaklar tek bir yürek olmuş, kahramanlarının bıraktığı emaneti taşır haldeydi.
Tarihte öyle anlar vardır ki, kendinden önce biriken her şeyi toparlar, tüm duyguları birleştirir. Bir patlamadır sanki yaşanan. Nasıl bir yanardağın patlama seviyesine gelişi ağır ağır birikim sonucusuysa ve patlama anında tüm birikintileriyle yeryüzüne çıkıyorsa, işte öyle... 19-22 Aralık günleri de işte böylesi önemli günlerden biridir. Tüm devrimci tutsakların tek bir bedene dönüştüğü, kimi az, kimi çok, ama hepsi bir bütünün parçası olarak, biriktirdiği, yeşerttiği ne varsa hepsini ortaya sunar... Zindanlar savaşında pek çok deneyim ve bilgi sahibiydik. Onlarca yıllık deneyim 19-22 Aralık günlerini şekillendirdi. Cüret ve kararlılık, teslim olmama 20 cezaevinde birden sınanıyordu. Her türlü vahşet ve katliama bilinç ve yürekle karşı koyuyorduk. Elimize geçirdiğimiz her şey silaha dönüşüyordu. Korku çekilmişti inine. Biz kazanacaktık, başka bir alternatif yoktu. Devrimci tutsakların direnişi, umut olacaktı, o büyük gün için büyük bir adım. Aradan yıllarda geçse yaratılan kahramanlık destanı dilden dile dolaşacaktı. Tarih yazıyorduk, her birimizde bunun haklı gururu içindeydik.
Maltadaki üst barikatı yeniden kurmuştuk. Asker “şoku” atlatınca yeniden saldırı, kendine gedik açmak için uğraşmaya başladı. Üst kat maltadan D-3 koğuşuna girmeye çalıştı. Koğuşun ikinci katındaki kapı zorlanmaya başlamıştı. Arkasına ranzalar çektik. Kaynak makinesiyle kestikleri kapı biraz aralanmıştı, aradan gaz bombası atılıyordu. Biz de “ses”ler çıkararak onların paniğe kapılmasına yol açtık. 10 kişi kadardık. Bizim varlığımız bir süre geri çekilmelerine yolaçtı. Sonra yeniden geldiler. Orada daha fazla durmamızın bir anlamı kalmadığından koğuştan çıktık. (Bizim için çok önemli değildi orası çünkü ana maltaya tek bir kapı açılıyordu.) Yine de onları orada rahat bırakmamaya kararlıydık. Ara maltadan girip, D3 koğuşunun alt katında bulunan televizyonu patlatmaya karar verdik. Mazgal deliğinin hemen yanında bulunuyordu televizyon. Yaktığımız ateşi delikten içeri attık, bir patlama gerçekleşti. Koşarak çıktılar üst kata. Komutanlarının korkusundan olacak ki bir süre sonra geri döndüler. Ve ana maltaya açılan kapıyı kaynak makinesiyle sökmeye çalıştılar. Bu kez kapıdaki mazgalı açıp içeri yanan çaput attık, tam kaynak makinesinin üzerine. Yeniden korkuyla geri çekildiler. Ve tekrar geri döndüler. Bir yoldaşın, arkasına dönüp “Benim MP 5'imi verin” demesi üzerine (o kadar ciddiye aldılar ki) tümden terkettiler. Yaptıkları işin anlamsızlığı ortadaydı oysa ki, kapı açıldığında bizlerin arasına ilk kim girebilirdi ki! Bunu sonradan düşünmüş olacaklar ki bir daha gelmediler, o kapıya. Kaynak makinesinin tüpü de orada kalmıştı. Biraz daha ateşle uğraşıp patlatmaya çalışıldı, ama nafile, patlamadı.
Bizim için asıl tehlike ve geri çekilmemize yolaçacak yer D5 koğuşuydu. Çünkü oraya girdiklerinde maltanın bir bölümünün kontrolünü ele geçirebilirlerdi. Elimizdeki alanları tutabileceğimiz kadar tutmalıydık. Bu yüzden D5'e bir ekip çıkarıp yakmaya karar verdik. Ancak içerisi gazla dolu olduğundan ateş uzun süreli yanmıyordu. Ses çıkararak korkutmaya çalıştık. Sonra geri döndük, yapabileceğimiz pek bir şey kalmamıştı. Kapıyı maltadan kilitledik. D5'in kapısı ana maltanın alt kısmına kurduğumuz barikatın altında kalıyordu. C blokla D blok arasında bulunan kısım kapısına yeni bir barikat kurmaya başlanmıştı, geri çekildiğimizde gideceğimiz barikat orası olacaktı. 20 kişi kadar D5'in orada ve ilk barikatımızda beklemeye başladık. Koğuşun kapısındaki mazgal kapağını açıp içeriyi kontrol ediyorduk. Bir ara kapağı açtığımızda G-3 (veya başka uzun namlulu) silahıyla robokop kıyafetli asker duruyordu karşımızda. Kendi attıkları gazbombalarına karşı gaz maskesini de takmıştı. Ateş etmeye başlamıştı, içeriden. Mazgaldan geçen kurşunlar üzerimize yağmaya başladı. Mazgalı kapattık. Başlangıçta kapıdan kurşunlar geçmiyordu. Sonra silahını değiştirmiş olmalı, çünkü kapının her yerinden kurşunlar gelmeye başladı. On kadar arkadaşın atış menzilinden geçerek gelmeleri gerekiyordu. Onları kurşunlardan korumak için ranzaları ters çevirerek yol açmaya çalışıyorduk. Ateşe ara verildiğinde hızla geçilebiliyordu. Ama bu ara çok kısa oldu. Bu arada yerden seken kurşun Dursun Önder isimli arkadaşın kafasının sol yanından sıyırarak geçti. Üç gün boyunca üç kez kafasından hafif sıyrıklarla yaralandı. Edirne F tipi cezaevine götürüldü. Bir süre sonra tahliye oldu. Tokat'ta girdiği çatışmada katledildi. Barikattaki tüpler alt barikata taşındı. Ve başka yaralanan arkadaş olmadan, boşalan barikat ateşe verilip geri çekildi. Ateş askerlerin girişini engelliyordu. Gerek gaz bombalarından gerekse alev almayan ateşten yükselen dumanlardan göz gözü görmediğinden gelemiyorlardı. Mümkün olduğunca karşı karşıya gelmemeye çalışıyorlardı. Önce gazbombaları sonra ateş ederek ilerliyorlardı.
Saat öğleyi geçmişti. Koğuşlardan girmek artık onlar için avantajlı değildi, barikatı da yaramadıklarından, bizim bulunduğumuz ana maltanın üstünden kompresörle delik açmaya başladılar. Açılan tek delikten gazbombaları atıyorlardı, onları yavaşlatabilmek için elimizdeki tüm imkanları kullanıyorduk. Açılan deliğin altına su dolu leğen koyduk, gazbombasını etkisiz hale getirmek için. En kısa zamanda sonuç almaya çalışıyorlardı. Gerek sayıca, gerek ellerindeki olanaklar bakımından bizden kat be kat üstün durumdaydılar. Ancak bizim için hiç farketmiyordu. Çünkü haklı olan bizdik. Haklılığımızı tarihten alıyorduk. Tarih bizden yana ilerliyordu. Saldırıları da bu yüzden değil miydi? “Hayata Dönüş” koymuşlardı operasyonun adını. Onların hayatına dönüş! Önce cezaevlerini devrimci öncüleri teslim alıp, sonra emekçi halkın yükselen eylemliliğinin önüne geçmek. Kendi sistemlerini, özel mülkiyet sistemini yaşatmak bir süre daha. Aslında hayata dönecek olan onlardı!!! Onların estirdikleri bu terörün önüne geçmek bizim direnişimizi sürdürmemizle bağlantılıydı. Ne kadar uzatırsak onları ne kadar köşeye sıkıştırırsak, dışarıda da umut yaratabilirdik. Güç dengelerinin böylesine eşitsiz olduğu bir koşulda, teslim olmaktansa ölmeyi tercih eden devrimci tutsakların varlığı dışarıdaki ezilen güçleri bir araya getirip, ileri atılmalarını sağlar.
Ağır ağır geri çekiliyorduk. Spor salonuna kadar geldiğimizde akşam saatleri olmuştu. Yürüme mesafesi olarak iki dakikalık alanı 12-15 saatte anca gelebilmişlerdi. Tam koğuş çatılarının üzerinde uzun namlulu askerler vardı. İftar saatiyle birlikte ara verdiler operasyona. Anlaşılan nasıl ilerleyeceklerine karar vereceklerdi. Spor salonuna üst kat maltadan giriş yoktu. Bizim elimizde B1 koğuşu ve spor salonu vardı. Gece B1 koğuşunu da kullanamaz duruma gelmiştik. Spor salonunun üst katından duvar kırmaya karar verdiler. Onlar duvarı kırmaya çalışınca bizimkilerde tam karşılarından duvara vurmaya başlayınca geri çekildiler.
Ortalık sakinleşti. 6 yoldaş bir arada konuşmaya sohbet etmeye başlamıştık. Ne, nasıl oldu, bundan sonra ne yapmamız gerektiği üzerine. Sonrası eğer sağ kalanımız olursa açlık grevine başlayacak ve bir süre sonra ölüm orucuna kimlerin gireceği belli olur demiştik. Sonra... Sonrası nasıl olacaktı. O sırada pek düşünemiyordum “sonrası” üzerine. Sağ mı kalacaktım... Daha öncesinden üç kişilik özel birim üzerine hayaller kurardık. Dışarı çıktığımızda “özel”imiz olacaktı, salt cezaevleri konulu çalışma alanı olan. Özel'imiz yine olacak, adını ise ölümsüzleşenlerimizden alacak... Fazla uzatmadan sohbetimizi, alt ve üst katta nöbet tutacak yoldaşlar ayrıldılar. Ama ayrılmadan önce birbirimizle vedalaşalım” denildi. (Kim söyledi bilmiyorum, belki de kimse böyle bir şey dile getirmedi. Sadece o an hepimizin aklından, bir daha karşılaşamama düşüncesi geçti.) Birbirimizle kucaklaştık, bir gün mutlaka görüşecektik... Sonra diğer dostlarla vedalaşmaya başladık. Herkes birbiriyle vedalaşıyordu... Okan'ı (Okan Ünsal, Mercan vadisinde katledildi 16 yoldaşıyla birlikte) Eşinin, yoldaşının ölüm orucu eylemcisi Berna'nın yanındaydı, sohbet ediyorlardı. Kucaklaştık. Ölüm oruççularını iyi korumalıydık, bizden önce onlara bir şey olmamalıydı. Biliyordum Okan Berna'ya iyi bakacaktı, ama yine de ona sarılırken “Berna'ya iyi bak” sözleri döküldü dudaklarımdan... “Kendine de iyi bak” Ne söylenebilir ki bu kucaklaşmalarda... Sözler anlamsız kalmaz mı, asıl sezgidir söze bürünen. Ölüm öylesine yakınımızdaydı... Sultan Sarı'yla da son defa orada vedalaştım. Ölüm beni alır kollarına sanıyordum, yanılmışım. Sultanımız kucaklaştı ölümle... sevdasıyla yan yanaydı... Minicik bedeninde ki kocaman göğüs kafesine bir gaz bombası çarpmıştı, üçüncü gün... “Ayakta ölmeye” diyerek çıkmadan bir saat kadar önce...
Radyolardan ölüm haberleri geliyor... Bayrampaşa'yı ele geçirdiklerini zafer nidalarıyla duyuruyorlar, 30 ölü deniliyor. 30 insan... Kimler... Birçok tanıdık yüz geliyor gözlerimin önüne.... Kimler var...
Radyolardan haberler geliyor... 20 cezaevinden sadece 2 cezaevi kalmış. Ümraniye, Çanakkale... Kendi kendimize Ümraniye'yle yarışmaya başlıyoruz. En son buraya girebilecekler...
Radyodan haberler geliyor... Ankara'da yapılan yürüyüşe saldırı, yaralılar varmış...
Radyodan haberler geliyor... Polis otosu tarandı... İşgaller yapılıyor... Dışarısı bizimle birlikte onlar için uzatmalıyız.
Radyodan ölüm haberleri geliyor... Operasyonlarda ölü sayısı...
Bizim buradan ancak ölümüzü çıkarırlar... Marşlar söylüyoruz... Bir ateş etrafında halaylar çekiliyor. Bu halay, Ulucanlardan taşındı buraya... Bu halay zafer halayı... Bir arkadaş bir mermi de benden aslanım şiirini okuyor...
Ara ara bir araya geliyoruz yoldaşlarla. Bazen biz nöbetçilerimizin yanına gidip ne var ne yok diye soruyoruz, bazen fırsat bulduklarında onlar bizim yanımıza geliyor... Her an bir arada olmak istiyoruz ama mümkün değil. Biz de gecenin ilerleyen saatinde üst kata çıkan merdivenlerin tam orta yerine karton atıp oturduk. Hava çok soğuk, ama pek fazla duyumsamıyoruz. Biraz uyuyalım diyoruz, gücümüzü toparlamak için. Bizi almaya geldiklerinde ölümüne karşı koymak için güçlü olmalıyız... Ama uyku girmiyor gözlere, merakla nöbetçilerin yanına gidiyoruz ara ara... Arada kısa süreli dalsak da uyumak mümkün değil.. Ortalık çok sessiz. Ne planlıyor olabilirler... Hangimiz en çok hangi şarkıyı seviyoruz. Gecenin sessizliğinde konuşacak çok şey var, fısıltıyla sohbet ediyoruz...
Sabaha karşı (20 Aralık) saldırı yeniden başladı. Spor salonunun üst katına yüklenmeye başladılar. Elden geldiğince geri püskürtülmeye çalışılıyor. İş makineleriyle duvarları yıkmak için ilerliyorlar. Makinelerin önüne ellere ne geçerse atılıyor. Kepçenin şoförü kaçıyor bu yağmurdan. Ona destek için çatının üzerinden asker ateş açmaya başlıyor. Siper alıp beklemek dışında yapılacak pek bir şey yok. Yine de askerler ilerleyemiyor. Öğle saatleri, üst kattan geri çekiliyoruz. Sadece spor salonunun alt katındayız, ama yine de üst katı tam olarak bırakmış değiliz, bu yüzden üst katı ele geçiremiyorlar gün boyu. Korku hareketsiz kılıyor onları. Korkuyorlar, bunca uğraşa rağmen teslim olmayışımızdan. Korkuyorlar, bilmediklerinden ne için savaştıklarını...
Üst katı tamamen bıraktık bir süre sonra. Alt katın camları atılan bombaların etkisiyle kırılmıştı. Sağlam kalanları da biz kırdık ki üzerimize düşmesinler. 100'den fazla tutsak bir araraydık. Spor salonunun alt katı iki bölmeden oluşuyordu. En korunaklı alana battaniyelerden çatır kurulmuştu ölüm oruççularının gazdan etkilenmemesi için. Bir bölüm gazla dolunca, diğer bölüme (kapı boşluğu var iki bölüm arasında) geçiyorduk. Akşam saati yine ara veriliyor. Kullanılan gaz bombaları çeşit çeşitti. Sinir gazı da vardı atılanlar arasında. Benim dışımda tüm yoldaşların durumu iyiydi. Birkaç arkadaşla birlikte bütün gün atılan gaz bombalarını etkisiz hale getirmek için koşturdular. Tatlı bir yorgunluk vardı üzerlerinde. Mutlulukla parlıyordu gözleri.
Üçüncü gün, savunmamız için elimizde pek bir şey kalmamıştı. Düşman daha yoğun saldırıya geçti. Üst katın zemininde kompresörle delikleri açtılar. Onlarca delik oluşmuştu, bombalar, kurşunlar yağmur gibi yağmaya başladı. Gaz bombalarını attıktan hemen sonra deliği kapatıyorlardı. (Sonradan öğrendiğimize göre 5.048 gaz bombası kullanılmıştı, kimi küre, kimi uzun silindir şeklinde bombalar) Bir süre sonra kapaklar yeniden açılıp ateş edilmeye başlanıyordu. İki bölme arasında yer değiştirmeler sıklaşmıştı. Ara verdiklerinde biz de marşlara başlıyorduk. EMEP'li arkadaşlar çıkacaklarını açıkladılar. Gitmek isteyen gidebilirdi, kimse zorla böylesi bir tarihi yazamazdı. Gittiler. Hep birlikte Enternasyonal'i söylemeye başladık, zafer marşları söyleniyordu. Biliyorduk ki çıkanların olmasından umuda kapılıp, daha da vahşi bir şevkle saldıracaklardı. Öyle de oldu. Teslim olun çağrıları artmaya başladı. Ancak bizim coşkunluğumuz öyle kırılamazdı.
Radyolar susmuştu... Ümraniye ne olmuştu acaba... Radyolar susmuştu... Dışarda neler oluyordu?
Tek bir haber alamasak da biliyorduk, “tüm gözlerin çevrildiği yerdeydik” Marşlarımız daha gür çıkıyordu, sloganlarımızı haykırıyorduk. Aklıma okuduğum “Moskova Önlerinde” isimli romanda anlatılan Panfilov bölüğü geliyor. “Tek bir adım dahi geri çekilinmeyecek...” bizim de şiarımız bu.
Her kapak kalktığında en az on yaralının ismi söyleniyor. Ara verildiğinde sağlıkçı arkadaşlar yaralıların bulunduğu yerlere gidiyorlar. Gülnihal de sağlıkçılar arasında. Tutsak düştüğüm günlerden beri tanırım Gülnihal'i. (Ölüm orucunda ölümsüzleşti.) Bir dönem tıp fakültesinde okumuştu. Hızla ilerliyor yaralılara doğru. Kan kesici iğneler yapılıyor öncelikli olarak. Sonra pansuman... Ancak yaralı sayısı hızla artıyor... yaralılar arasında Sultan Sarı ismini duyuyorum. Sesleniyorum... Cevap gelmiyor... Sultan Sarı ölümsüzdür sloganı atılmaya başlanınca öylece kalıyorum... Adıyamanlı, ancak Adana'da büyümüş. Aynı komünde kalıyorduk, birlikte yaşadıklarımız geliyor aklıma. Güneşin kızıllığını seyredişimiz. Mütevaziliği, sımsıcak gülüşü... Bu gülüşü göremeyecek miydim, bir daha çocukluklar yapamayacak mıydık? Ne kadar da sessizce gidişin. Vakit tamam diyip yumdun gözlerini... Seninle kucaklaşamadım, alnından öpmek isterdim seni, güneşin kızıllığına karıştığında... Seni hep günbatımında buluyorum, kızıllıkla doluyorsun... Sultan Sarı ölümsüzdür, sloganlarla uğurluyoruz seni, zaferimizde sen de olacaksın...
Köpüklü su, tazyikli su, gaz bombaları... Görüş alanımız çok kısıtlı. Dış duvarlar, ara maltanın duvarı, spor salonunun yan duvarı her şey yıkılmış. Adeta açık cezaevi haline dönmüş gibi. Biz kurşunlardan bombalardan korumak için yere uzanıyoruz.. Ama artık yeter. Ayakta ölelim... Korunma koruma duygusu kayboluyor. Söz ağızdan ağıza dolaşıyor, ayakta ölmeye... Ölümün üzerine yürümeye başladık. Yürüyüşümüz oldukça güçleşmiş durumda. Ölüm oruççularını yaralıları koruma kalkanı ile yavaş yavaş harekete geçiyorlar. Kendiliğinden oluşan kortej yürümeye başlıyor. O kadar çok yaralı var ki, her birimiz birilerine dayanıp yürümeye çalışıyor. Ölümsüzleşen kahramanlarımızın isimlerini haykırıyoruz. Ulucanlardan Çanakkale'ye zafer, Bize Ölüm Yok sloganları atılıyor. Gaz bombaları ve otomatik silahlarla ateş etmeye başlanıyor. Yürüyelim arkadaşlar, “ayakta ölmeye” sesleri yükseliyor. Bastığımız zemini göremiyorduk, birçok engel çıkıyordu karşımıza. Elimizle ayağımıza takılanları kaldırıyorduk. Bazen yaralanıp düşenler geliyordu ellerimizin arasına, kaldırıp sağlam bir arkadaş taşımaya başlıyordu. İlker Babacan Ölümsüzdür, sloganı duyuluyor. Üçüncü ekipte yer alıyordu. Ölüm Oruççularının yakın korumasındaydı. Görevini başarıyla yerine getirmişti... Sloganlar haykırılıyor, İlker Babacan Ölümsüzdür... Yürüyüş devam ediyor. Geriden bir ses Fahri Sarı Ölümsüzdür... Onu taşımak için giden bir arkadaş ve yoldaş bir türlü ona ulaşamıyordu. Üç atımlık yer taranıyordu aralıksız. Fahri vedalaşırcasına gülümsemiş. Ve kurşunlar ona isabet etmiş, gözlerini kapatmış... Fahri Sarı Ölümsüzdür... Yürüyüş devam ediyor. Ara maltanın yıkılan duvarına doğru ilerliyoruz. Karşımızda askerler siper almış ne yapacağını bilemez halde. Devrimci tutsakları hiçbir şey durdurmuyor, üzerlerine doğru geliyorlar. Taş atmaya başlıyorlar bu kez... Yıkılan duvardan öyle güneşinin ışıkları yayılıyor. Işığa, zafere yürüyorduk, yürüyüş devam ediyor...
Çanakkale’den Bir Leninist Tutsak