Başörtüsünün anayasal güvence altına alınması teklifiyle, gündeme bir de “ailenin korunması” geldi. Dinci faşist parti lideri, konuya ilişkin yaptığı açıklamada, “sapkın akımlar tarafından giderek daha fazla tehdit edilen aile müessesesini de korumayı hedefliyoruz” dedi ve “bu Müslüman topluluğu birilerine yedirmeyecek”lerini söyledi.
Bu cümlede homofobik ve dini söylemlerin kullanılmasının tek sebebi, “işçi sınıfının ve emekçilerin sömürüsü sistemini korumayı hedefliyoruz” denilememesi. Her ne kadar dinci faşist parti açısından bu söylemlerin “kendi içinde tutarlı”lığı olsa da… bunlar birer dışsallaştırma aracıdır.
Kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu bir toplumda yaşadığımız için, hiçbir mesele, burjuva sınıfın egemenlik koşullarının devamlılığından azade bir alan teşkil etmez, bu yüzden “ailenin korunması” da kapitalist sistemin ve burjuva sınıfın egemenliğinin devamlılığından azade değildir. Hatta kapitalist sistemin ve burjuva sistemin devamlılığı “ailenin kutsal sistemi”ne bağlıdır.
Bu konuyu daha iyi anlayabilmek için, ilk önce korunmak istenen şeyin, ailenin ne olduğunu; daha doğrusu, kapitalist üretim ilişkilerinin egemen olduğu toplumlarda burjuvazi için ne ifade ettiğini doğru bir biçimde ortaya koymamız lazım.
Yaygın ve bilinen tabirle, nasıl ki atom maddenin en küçük birimiyse, aile de toplumun en küçük birimidir denilebilir. Ama elbette ki bununla sınırlı değil ve madde -atom metaforuna dayanan bu tanım, aile ve toplum gibi kavramlara sınıflar üstü bir anlam- misyon biçilmesi riskini de her zaman beraberinde getirir. Oysa ki sınıflı toplumlarda hiçbir şey,burjuva sınıf ile işçi sınıfı arasında süregiden savaşımın dışında bir konuma sahip değildir. Bu sebeple, tanımlamalar da sınıfsal olmak mecburiyetindedir.
Lise Vogel, “Marksizm ve Kadınların Ezilmişliği” adlı çalışmasında, aileyi doğru biçimde, burjuva ve proleter aile olarak ikiye ayırır (daha doğrusu, bu bölünmüşlük olgusunu dile getirir); burjuva aile hakkında “mülk sahibi sınıflarda aileler, genellikle mülkiyetin taşıyıcısı ve aktarıcısı olarak işlev görürler.” (age s.119) dedikten sonra kapitalist toplumda proleter aileye biçilen rolü şöyle açıklar: “Tabi kılınmış sınıflarda ise, aileler genellikle doğrudan üreticilerin varlığının sürdürüldüğü ve yeniden üretildiği alanı yapılandırır.” (age s.220)
Kısacası, kapitalist toplumlarda ailenin asıl işlevi, emek-gücü piyasasında mübadele edilmek üzere, emek-gücü sahiplerinin üretildiği ve yeniden üretildiği alandır. Haliyle, “aile müessesesinin korunması”nda asıl kaygı, dini olmaktan ziyade (zira bu, konunun “kültürel” ve “ideolojik” yanını oluşturur ve bu üst yapıya dahil olan bir alandır) ekonomik ve siyasaldır.
Ailenin korunmaya çalışılıyor olması, kapitalizmin çözülüşünün başat belirtilerinden biridir. Artan boşanma oranları, evliliğin ve doğurganlığın giderek düşmesi (tabii bunlar, ekonomik krizle olduğu kadar, toplumdaki bilinçlilik oranının artmasıyla ve kitlelerin burjuva sistemden kopuşuyla da orantılıdır) ailenin ve dolayısıyla da burjuva toplumun dağılıyor olmasının önde gelen sebepleri olarak sayılabilir. Bu durumda, kapitalizm için çanlar çalmaya başlamış demektir.
Buraya kadar anlatılanlar, madalyonun bir yüzü. Diğer yüzü ise kadınları ilgilendiriyor. Yukarıda proleter aileler üzerine Lise Vogel’in yaptığı tanım, kadın cinsinin zincire vurulmasının da temel dayanağını oluşturduğu için, adından anlaşılacağı üzere, çıkarılmak istenen “ailenin korunması yasası”, sömürü yanlısı ve işçi düşman bir yasa olduğu gibi, kadın düşmanı da olan bir yasadır aynı zamanda.
Bu yasa ile, kadınların, kanları pahasına elde ettikleri kazanımlara saldırarak, kadın cinsi, Lenin’in deyimiyle “onu ezen, boğan, aşağılayan ve değersizleştiren, mutfağa ve çocuk odasına zincirleyen ve emeği barbarca verimsiz, küçük, sinir bozucu ve ezici angaryada israf eden” küçük ev işine hapsedilmek istenmektedir.
Kapitalizmin ayakta kalabilmek için işçi sınıfını zincire vurması, işçi sınıfını zincire vurabilmesi için de kadın cinsini zincire vurması şarttır. Çünkü bu durum, kapitalizmi ayakta tutan emek-gücü üretiminin vazgeçilmez bir koşuludur. Eğer bu koşul gerçekleşmezse, emek-gücü üretimi (ve yeniden üretimi) gerçekleşemez; emek-gücü üretimi (ve yeniden üretimi) gerçekleşmediğinde ise kapitalizm ayakta kalamaz.
Bu yüzden, sınıf mücadelesinin ayrılmaz bir parçasını oluşturan emekçi kadınların mücadelesi, bugün hiç olmadığı kadar devrimci niteliğe sahiptir. Ve aynı sınıftan erkek işçilerle birlikte kapitalizme karşı yürüttüğü özgürlük özgürlük mücadelesinde, hiçbir yasa atılacak kararlı adımlara engel olamaz.
Kapitalizmin yıkılmasıyla, kadını prangalayan “aile” yapısı da dağılıp yerine komünizme geçiş için elverişli (çünkü devlet gibi aile de ortadan kaldırılamaz, ama yine devlet gibi sönümlenecek olan bir yapıdır.) nitelikler taşıyan bir aile formu alacak, insan soyunun tam özgürleşmesine giden yol da açılacaktır.