En sonda söyleyeceğimizi en başta söyleyelim. Her konuda olduğu gibi bu konuda da, söylediğimiz iyi hoş, sofistike vb. şeylerin tümü, ilk bakışta “geneline” dair gibi görünüyor olsa da, herkesten önce ve ilk olarak kendimizi bağlar; dolayısıyla da sözlerimizin ilk muhatabı kendimizden başkası değildir. Çünkü herkes için geçerlidir: insan “genel”e dair çıkarımlara ilk önce kendisinden ama daha sonra başkalarından yola çıkarak ulaşır.
O zaman nereden estiği belli olmasa bile, mantıklı olan şu soruyu sorarak başlayalım: Yeni insan hata yapar mı? Cevap elbette ki olumlu: Yapar. Yeni olabilir, ama yeni olmadan önce o da önceki kadar ve herkes gibi bir insandır.
Burada önemli olan hatayı fırsata çevirmek, çabayı veya çabaları bu yönde harcamaktır. Fakat bunun için önce insanın her şeye gücünün yet(e)meyeceğini kabullenmesi ve her zaman noksan kalacağı gerçeğini sevmesi gerekir. Çünkü bizi devrimci, kolektif mücadelede yer almaya iten en temel nedenlerden biri de, insan olarak tek başımıza zayıf ve eksik oluşumuzdur. Konunun temelinde bu olduğuna göre, öncelikle de bu hakikatin kabulünde ve bu hakikate karşı sevgi beslemekte olmalı. Aksi halde kendisi büyümeden egosu ve kibri büyümüş bir insan modelinin ortaya çıkması kaçınılmazdır.
İnsanın kendini bir şey sanma şeklinde ifade edilen yaşadığı çelişki de, tam da bu temelde yaşanan bir çelişkidir. Yani tam da insanın tek başına zayıf ve eksik bir varlık oluşuyla arasında sevgi bağının bulunmamasından dolayı yaşanır bu çelişki. Böylesi bir insan, sıra dışılığı kovalayıp durur, bunu yaptıkça, hiçbir zaman arzuladığı sıra dışılığa erişemeyeceğini anlar, bunu anladıkça da iç huzurunu yitirir. Herkes gibi olmak, onun için katlanılması imkansız bir felakettir, nasıl olur da onun gibi birisi herkes gibi olabilir? Bu asla mümkün değildir. Çünkü herkes gibi olmak onun için ayrıcalıklarını yitirmek, başkalarıyla aynılaşmak ve tektipleşmektir. O ise zaten bütün bunlara “isyan” ettiği için komünist olmuştur. Şimdi nasıl olur da aynılaşıp tektipleşebilir? Öyle hassas bir konudur ki, bu kimileri için komünizm mücadelesini bırakmak, herkes gibi olmaktan daha ehvendir. Böyle birisinin geriye kalan tüm yaşamında ehvenişere talip olması da kaçınılmazdır elbet. (Üstelik aynı yapıdaki insanların sırf kendisi gibi olmadıkları için başkalarını suçlaması ve hep dudak bükmesi de madalyonun diğer yüzüdür. Oysa her iki durumda da korkulan “herkes gibi”lik söz konusu olabilir, ama farkında değildir.)
Burada da söz konusu olan “herkes gibi”lik, elbette ki, pasiflik ile tamamen zıt bir olguyu ifade eder. Zira aktivite, insanın özünde olan bir şeydir. Şayet bu olmazsa, geriye insan diye de bir şey kalmaz. (Daha önce yazdığımız Araziye Uymak Ya da Uymamak adlı yazıda doğal olarak etken olan insana karşılık, hayvanı edilgen olarak nitelemiştik; ama bu niteleme de göreli sayılır, çünkü hayvanlar da belli bir oranda etken olarak nitelenebilir. Bu durumda insanın edilgenliği çok daha vahim bir durumdur.)
Tekrar başa, hatalara dönersek, bir de insanın kendi iç çatışmalarını ekleyerek, şunu da söylememiz mümkündür sanırım: Hata ve içsel çatışma (hatta dışsal yani başka insanlarla yaşanan “çatışma”yı da ekleyelim), gelişimin, ilerlemenin olmazsa olmazıdır.
Bir de şuna değinmek istiyorum: Marx, Engels, Lenin, Stalin, Dimitrov, Che ve daha adını saymakla bitiremeyeceğimiz binlerce komünist önder ve komutana dair övgüyle konuşmayı yücelterek betimlemeyi severiz. Söylenenler kısmen gerçeği yansıtmakla birlikte, tek başına böyle bir anlatım biçimi, Marksizm-Leninizmle hiç de alakalı bir biçim değildir. Çünkü gerçeği kısmen yansıtmasına rağmen, bütün bu büyük komünist önder ve komutanları ulaşılmaz kahramanlar şeklinde idealize etmektedir. Oysa, bu anlatımdan sonra şu soruyu sormak da elzemdir: İsmini tarihe altın harflerle yazdıran ve bize hala rehberlik eden saydığımız/sayamadığımız bunca komünist önder ve komutanı tarihte böylesine öne çıkaran şey nedir, ne olabilir?
Bu onların başarılarıyla ilgili olsa da “başarı” sürecin sonunu ifade eder; bizimse sürecin ta kendisini ifade etmeye ihtiyacımız var. Bu soruyu kendisine soran herkes muhtemelen kendine özgü bir cevap bulur. Ben de kendime sordum ve halimce bir cevap buldum. Kendilerinden korkmamışlar ve kendilerini daima yenmeyi bilmişler. Bence konu pek karmaşık da değil.
Sovyetler Birliği’nde Türk ve Anadolu toplum araştırmacılığı yapmış olan Radi Fiş’in “Ben de Halimce Bedrettinem” adlı romanında çok çarpıcı bir bölüm vardır: Susamış bir köpek suyun başına her gittiğinde kendi yansımasını görüp suyun içinde başka bir köpek var zannederek gerisin geri kaçar. Ama artık susuzluğa dayanamayacak hale gelince sonunu düşünmeden suya atlar ve korktuğu köpeğin kendisinden başkası olmadığını anlayarak suyu içip hayatta kalır. Biz de soralım: Kendimizden ne kadar korkuyoruz? Korktuğumuz kendimize karşı ne kadar tahammülümüz var?
Burada “tahammül” kelimesini bilinçli olarak seçtim. Malum kelimenin kökeni “hamallık yapmak”la aynı. Dolayısıyla kendi içimizdeki burjuvaya karşı olan tahammülümüz, yaptığımız hamallıkla doğru orantılıdır. Tabii ki, “insanın kendisini taşıması” ile “kendisinin hamallığını” yapması farklı şeyler. Kendini taşımak cesaretle, hamallık ise korkaklıkla ilgilidir. İlerlemek, gelişmek ve değişmek için insanın kendisini taşıyabilecek kadar cesur olmaya ihtiyacı vardır, ama kendisinin hamallığını yapacak kadar korkak olmaya değil. Korkmak, korkaklık ve cesaret ise birbirlerinden çok kalın çizgiler ile ayrılan şeyler olmaktan uzaktır. Şöyle diyebiliriz: Cesur da korkar, korkak gibi; ama korkak kişi ileri adım atamaz cesur gibi.
Bir yoldaşın deyimiyle, devrimcilik süreklilik işidir. Ya da başka bir yoldaşın aynı anlama gelen deyimiyle önemli olan kendindeki gelişim ve değişimi sürekli kılmaktır. Bu süreklilik ise insanın en başta kendisinden korkmaması ve ileri doğru adım atmaktan vazgeçmemesi ile sağlanabilir.
O zaman tekrar başladığımız yere dönebilirim. Yazmak budur biraz da... Lewis Carrol, bir öyküsünde şöyle der: “Düzeltmek için çok geç” dedi Kırmızı Kraliçe: “Bir şeyi bir kez söyledin mi; bu onu kalıcı hale getirir; artık sen de onun sonuçlarına katlanmak zorundasındır.” İlk okuduğumda yazarın yalnızca söylenmiş hatalı -yanlış sözleri kastettiğini zannetmiştim, ama sonra fark ettim ki, sözde böyle bir kısıtlama yok. Kastedilen şey, söylenmiş olan hatalı yanlış sözlerin sonuçta ya katlanılması zorunluluğu kadar, doğru sözlerin de (hatta belki daha fazla) sonuçlarına katlanılması zorunluluğudur. Eh, dilerim ki, bu yazı da ikinci kategoriye dahildir...
Ziya Serdar