Doğanın yıkım ve imhası tam gaz devam ediyor. Ormanlar talan ediliyor, sahiller parselleniyor, sit alanları yağmalanıyor. Göller/göletler altın ve değerli maden sevdasına yok ediliyor, zehirleniyor. Korkunç ve acımasız bir yok ediş süreci kesintisiz devam ediyor.
Bir yanda deprem bölgelerinde “acil kamulaştırma” kararlarıyla tam bir yağma söz konusu. Büyük inşaat şirketleri, Antakya’da, Gülderen ve Dikmece’de tarım arazilerine, iktidar gücüne dayanarak “çöküyorlar”. Öbür yanda dinci faşist iktidarın gediklisi Limak Holding, Muğla Akbelen’de maden için ormanı kesip yok ediyor.
Her defasında tüm toplumu daha fazla şaşırtacak çapta ve hoyratlıkta yeni katliamlar çıkıyor karşımıza. Tekeller her defasında daha saldırgan, daha gözü kara girişiyorlar yıkıma. Her defasında daha kışkırtıcı, daha isyana zorlayıcı oluyor “yöneticilerin” tavrı.
Ve emekçi yığınlar her defasında daha kararlı dikiliyor devletin ve tekellerin karşısına.
Günlerdir devam eden direnişlere bakın. Bu isyan yeni bir olgu değil. Ülkenin dört bir yanında ormanları, dereleri, tarım alanlarını, koyları, sit alanlarını vb. korumak için dişe diş bir mücadeleye atılmaktan geri durmuyor emekçi yığınlar.
Gözaltına alınıyorlar, darp ediliyorlar, yerlerde sürükleniyorlar, biber gazı ve tazyikli suyla sahadan sürülüp atılmak isteniyorlar. Tüm bunlara rağmen inatla ve inançla dikiliyorlar devletin jandarma ve polisinin karşısına. Yaşlarına bakmadan, sayılarının azlığına çokluğuna aldırmadan... Yaşam savunucuları diyorlar kendilerine. Yaşamı, toplumsal yaşamı koruduklarının bilincinde atılıyorlar kavgaya.
Emekçi yığınlardaki bu kavga azim ve bilinci ne kadar keskinse, bu konuda yazıp çizen kalem erbabı kesim de sorunların kaynağını dile getirmekten o kadar uzaklar. Yine hedefte sadece dinci faşist iktidar, onun başındaki RTE ve malum “beşli çete”!.. Oysa sorun, bir takım insanların ve şirketlerin heves ve açgözlülüğü ile açıklanamayacak nitelikte. Ne sadece bu topraklara özgü, ne de bu iktidar ve çevresindekilerden oluşan mafyatik çeteye...
Kapitalizm gölgesini satamadığı ağacı keser. Bu, öylesine söylenmiş bir söz değil. Ya da salt propaganda mahiyetinde söylenmiş bir söz... Hayır, bu, kapitalizmin özünün çok çarpıcı bir ifadesidir.
Kapitalizmin temeli almak satmak değildir. Ya da üretmek, arz-talep, yahut herhangi bir başka görüngü. Onun temel dürtüsü kardır, amacı kar elde etmektir; kar yoluyla sermayeyi büyütmektir. Üretim, alım-satım, buluş, her tür yenilik... aklınıza gelebilecek her şey, ama her şey, sonu sonuna, kar elde etmek, sermayeyi büyütmek, sermeye biriktirmek içindir. Bundan dolayıdır ki, kapitalist toplumda her şey, emeğin konusu olmayan (haliyle herhangi bir değer içermeyen) şeyler de dahil, bir meta haline gelir, alınıp satılır. Hepsi bir kar elde etme aracıdır. Toplumsal artı-değer ve doğa zenginliği böylece kapitalistler arasında paylaşılır.
Kapitalist üretim biçimi, kar elde etme amacına dayandığı için, var olan tüm üretim nesneleri, öncelikle bu kar amacına uygun olarak, bir sermaye biçimine dönüşmek, üretim ve dolaşım sürecine bu şekilde dahil olmak zorundadır. Doğa, emekle birlikte zenginliğin iki temel kaynağından biridir. Ama o, doğa olarak kalmakla bir işe yaramaz kapitalizmde. Kapitalist ilişki sürecine girmeli, bir toplumsal ilişki olan sermaye haline dönüşmelidir. Bu yüzdendir ki yukarıdaki sözde bahsi geçen ağaç, ancak “gölgesi satılabilecek” bir ilişki ağına dahil olduğunda varlığını korur. Aksi halde hiçbir önemi yoktur.
Uzun sözün kısası, kapitalizmin “doğa düşmanlığı”, bir takım kişilerin kötü huylarından, kişiliklerinin sorunlu oluşundan, düşüncesizliklerinden vb. kaynaklanmaz.
Sermaye birikimi büyüdükçe, doğada ve toplumda bulunan daha geniş nesneler ve olgular yığını bir meta haline gelir, alınıp satılır, kar elde etme aracına dönüşür. Her adımda eskisini aşan ölçekte bir yıkım kaçınılmaz olarak kendini dayatır. Daha önce toplumun geleneksel tarihsel mirası olan toprak ve doğa parçaları da gittikçe artan hızda sürekli genişleyen bu sermaye tarafından yutulur, özel ellere geçer, acımasız bir şekilde yıkıma uğrar. Kapitalizm koşullarında bırakın bu sürecin tersine çevrilmesini, yavaşlatılması bile olanaksızdır. Kapitalizm kapitalizm olarak kaldıkça, gittikçe artan bir hızda bu yönde ilerlemeye ve genişlemeye devam etmek zorundadır.
Ama aynı zamanda bu, toplumun daha geniş kesimlerinin gittikçe artan bir yoğunlukla doğanın ve yaşamın savunulması için kavgaya atılması demektir. Büyük Haziran halk ayaklanmasını tetikleyen şey, Gezi’deki “üç beş ağacın korunması” için başlatılan direnişe devletin saldırmasıydı.
Bir çelişkiler yığını olarak kapitalizm, toplumun değişik kesimlerini kaçınılmaz olarak harekete geçmeye zorlar.
Her tür ikincil sorun, köklü çözümüne kavuşmak için dönüp dolaşıp sorunun asıl kaynağına yönelmek zorundadır. Yaşadığımız ve yaşayacağımız bütün sorunların, bütün felaketlerin kaynağı kapitalizmdir. Dolayısıyla, kapitalizmi yıkmadan ne doğanın yıkımını, ne “doğal felaketler, ne de bunların sonucu toplumsal yıkım önlenebilir.
Akbelen, Dikmece, Samandağ, İkizdere ve daha sayamadığımız pek çok bölge halkının doğa sömürüsü ve yıkımına karşı sürdürdükleri dişe diş mücadele bir şeye işaret ediyor: Emekçi halklarda devlete ve kapitalizme karşı çok güçlü bir devrimci damar, çok güçlü bir mücadele isteği ve kararlılık var. Akbelen ve Dikmece halkının; bu halka destek veren halkların inatçı, kararlı, direngen mücadelesi bize bu gerçeği bir kez daha gösteriyor.
Doğanın talanını önlemek için kapitalistlere, dinci faşist iktidara ve jandarma somutunda faşist devlete karşı kararlılıkla verilen mücadele, emekçilerin seçimlerde dinci faşist iktidarı ve onun başını desteklediği propagandasının bir yalandan ibaret olduğunu ortaya koydu.
Doğayı talan eden sermaye sınıfıdır; kapitalist sömürü düzenidir. Doğanın talanına karşı emekçilerin verdiği mücadele sermaye sınıfı ve kapitalizme karşıdır. Bu kadar direngen bir halkın verdiği mücadele mutlaka sonucuna varacak.