“Umutsuzluk yasak!” lafları, devrimci Marksizme göre değildir; böyle davrananlar kendi umutsuzluk duygularını bastırmaya çalışırlar. Devrimci Marksistler ise, genel hareketin görece sessiz dönemlerinde, yeraltı nehirleri gibi akıp duran dinamikleri görerek ve açığa çıkartarak böyle boş umut çağrılarına prim vermezler.
On milyonlarca emekçinin yaşamını açıktan tehdit eden ağır buhran dönemleri, aynı zamanda hızlı bir birikim dönemidir. Öncekilerle karşılaştırılamayacak derecede uzun ve yıkıcı buhranda emekçi milyonlar, en başta öfke biriktirir, bilinçleri keskinleşir, özlemleri ertelemez düzeye yükselir ve nihayet yavaş ya da hızlı bir tempoda bir kararlılık gelişir.
Sermaye egemenliği, bu birikimi ters kutuplarda yaşıyor. Emekçilerin yükselen öfkesinin karşılığı, sermayenin yükselen korkusudur: Keskinleşen bilinç, sermayenin boş beklentileri köpürtmesi ile karşılanır, fakat sadece kendilerini kandırırlar. Ertelenemez özlemleri koyu bir dinci-ırkçı fanteziler demetiyle yumuşatmak, sermayenin temel çabası haline gelir. Ve nihayet yoğunlaşan emekçi kararlılığı, sermayeye saflarında iç savaşın korkunç hayaletlerini canlandırma heveslerine denk düşer.
Emekçilerin yeraltı nehri gibi akan birikimine ters biçimde, sermaye dünyasının ters kutuptaki birikimi açıktan yaşanır ve sanki tüm gelişmelere, onların korkuları, hevesleri köpürttükleri beklentiler ve dinci ırkçı hezeyanlar yön veriyormuş gibi görünür. Oysa bunlar neden değil, sonuçtur. Gelişmelere yön veren, emekçi sınıfların devrimci kararlılığa doğru ilerleyen birikimleridir.
Karşıt kutuplarda öfkeyi ve korkuyu körükleyen buhranda son durum ne? Durumu ekonomik buhranın ötesine taşıyıp, bir toplumsal yıkım tespiti yapanlar hiç de az değil. Örneğin, kafasındaki şoven ve gerici barikatlara takılıp duran İbrahim Kahveci, dönüp dönüp “ama en tehlikelisi” diye tabir ettiği yapısal çöküşten bahsediyor. Bir ara tutamadı kendini, “bize reform yetmez bize devrimler lazım” diye yazıverdi. “Muhalif aydın” fantezileri değil, dünyanın finans bankaları da durumu bu nitelikte görüyorlar.
Son zamanlarda gerici muhalefetin ortaya attığı (ve uzlaşmacı sosyalistlerin havada kaptığı) bir iddiaya bakılırsa, Türkiye'ye dışarıdan yatırım gelmiyor. Çünkü başkanlık (tek adam!) rejiminde hukuk filan kalmadı. Koca bir yalan! Gelmiyorlar, gelmediler (gelmesinler elbette!). Çünkü Türkiye ekonomisinin her an bir ödemeler dengesi kriziyle iflas noktasına düşeceğini biliyorlar. Küresel finans akımlarına yön tayin eden Standart&Poor’s “en fazla risk Türkiye ve Tunus bankalarında” tespitleri ile dolu raporlar kaleme alıyorlar. Londra finans baronlarının kucağından inip bakan koltuğuna oturan Mehmet Şimşek, para bulmak için soluğu nerede aldı dersiniz? Körfez ülkelerinde. Çünkü Londra'dan para çıkmayacağını en iyi o biliyor.
Peki ya sonuç? Son iki yılda emekçilerin satın alma gücünün %80 eridiği hesap ediliyor. Aynı dönemde “fazla mesailer” görülmemiş oranda artmış. Emekçi sınıflar ayakta ve hayatta kalabilmek için, neredeyse normal iş gününü ikiye katlamış!
Sayısal verilerin hepsi şunu gösteriyor. Emekçiler, düşen ücretlere rağmen aradaki açığı banka kredilerine yüklenerek kapatmak zorunda kalmıştır. 60 milyon yetişkin nüfusa karşılık, 300 milyon kart! Kişi başı 6 kartla emekçiler, modern yaşamın asgari standardını yakalayabilmek adına her ay 6 takla atıyor.
Yıkıcı buhran sayesinde devrimin kitle tabanı olağanüstü hızla genişlemiştir; bu geniş taban içinde duygudaşlık, ortak refleks gösterme ihtiyacı ve zorunluluğu ileri dereceye varmıştır; ne var ki, bu geniş kitle tabanı içinde tamamen dibe vurmadan yüzeye çıkma çabasına girişmeyenler çoğunluktadır.
Toplumun en yüksek kesiminde doğrudan açlıkla boğuşan milyonlar var: işsizler, geçici işlerde çalışanlar ve küçük bir bölük dışında işçi sınıfının çoğu, bu durumdadır. Bunların hemen üzerinde modern yaşam standartlarını karşılayabilen, hatta küçük mülk sahipleri gibi ev araba ve benzeri alabilen bir kalabalık var. Bunlar 2 yılda açlık sınırına doğru inmemek için çırpınıyorlar, eski alışkanlıklarını terk etmemekte direniyorlar.
Hem tecrübe edenler, hem de bu düşüşe direnenler hangi birikimle giriyorlar buhranın nihai evresine? Öfke, hem konformist alışkanlıkların beslediği korkuya üstün gelecek seviyeye yükseliyor, hem de sermayenin iktidar dışındaki temsilcilerini de kapsayan bir yaygınlığa ulaşıyor. Son seçim macerası, bu birikimin düzeyi hakkında bir bilgi sağladı. Biriken bilinç, en başta uzlaşmacı solun yükselttiği boş beklentiler duvarını aşmaya başladı. Artık pek az insan “anayasal yolların” bir sonuç üreteceğine inanıyor. Artık pek az insan şimdilerde yeniden köpürtülen AB rüyalarının gerçekliğine inanıyor. Ve ertelenemez özlem, en umutsuz haykırışlarla, bu toprakları terk edip gitmek isteği ile kendini ifade ediyor. Geriye kararlılık birikimi kalıyor.
Sonucu belirleyecek olan kararlılık birikimimizdir. Yükselip yayılan öfke, keskinleşen bilinç ertelenemez. Özlem, bir noktanın ötesinde, sonuna kadar gitme kararlılığı doğuracaktır. Devrim teorilerinin büyük dersleri, devrimci kitlelerin kararlılığını bileyen esas etmenin, karşı devrimin sonuna kadar gitme kararlılığını sergilemesi olduğunu söylüyor. Öncekiler bir yana, dinci faşizmin seçim akşamı sahneye koyduğu açık tehditler, on milyonlarca insana bir iç savaş tecrübesi yaşatmıştır. Bu manzarayı görünce, bir seçim değil “başka bir şey” yaşadıklarını anladılar ve hemen ertesinde “başka bir yol denemek” üzere arayışlar yoğunlaştı. Bu arayışın kendisi bile kararlılık göstergesidir, birikmeye başlamıştır.
Bu toprakların emekçi kitlelerinin devrimci birikimini küçümseyen veya unutanları utandıracak günlerin arifesindeyiz.