Dünyaya bir çukurun dibinden bakan küçük burjuvaların tersine, finans kapital dünyasının efendileri, dünya ölçeğinde gayet somut ve gerçekçi bir bakışla politika inşa ediyor. BM, Dünya Bankası, Davos zirveleri, ABD Merkez Bankası, ardı ardına raporlar çıkarıp, hep aynı noktayı öne çıkarıyorlar: Dünya açlık krizine girdi; ayaklanmalar kaçınılmaz.
Bu toprakların küçük burjuva politik sözcülerine gelince; kimse onları o çukura zorla sokmadı, ama kendi elleri ve kafalarıyla kazdıkları çukurun dibinden görebildiği ufacık gökyüzü parçasına bakıyorlar ve hep bir ağızdan haykırıyorlar: “Türkiye tarihi bir seçim sürecine giriyor.” Bir seçimi de tarihi ilan etmeseler şaşarız!
Dünyanın efendilerinin dizi dizi raporları bir yana, İngiliz The Guardian gazetesi, adeta nokta atışı yapmış. Gazete, Sri Lanka’da hükümeti düşüren devrimci ayaklanmadan sonra, aynen şunları yazmış: “Aylardır Türkiye’nin düşen ilk domino taşı olacağına dair spekülasyonlar vardı.” Daha açık ifade edilemezdi. Dünya finans kapitalinin karargah mekanı Londra’da ülkenin en ciddiye alınan gazetesi diyor ki, biz burada aylardır Türkiye’nin “ilk düşen domino taşı” yani hükümeti devirecek bir ayaklanmanın ilk durağı olacağını konuşuyorduk. Dünyanın efendileri, kuşkuya yer bırakmayan ölçüde, bu topraklarda yakın bir devrime hazırlık (spekülasyon) yapıyor, pozisyonlarını ayarlıyor, işbirlikçilerine bu yönlü akıl veriyorlar.
Hangi sınıftan olursa olsun, çukurun dibinden bakmayan herkes için, hükümeti devirmeye gücü yetecek bir devrimin güncelliği, her gerçekçi analizin kaçınılmaz sonucudur. Benzer bir akıl yürütmeyi, iktisatçı Uğur Civelek yapıyor. Gözardı edilmesi imkansız ekonomik verilere bakıp, tarihin en derin krizinden, kuduran enflasyondan, iflas ve işsizlik dalgasında söz açıyor ve aynı gerçekçilik kulvarından yürüyerek, şu siyasi sonuca ulaşıyor: “Mevcut ekonomik sistem içerisinde bilinen yöntemlerle hiçbir çözüm yok. Tüm ekonomik sistemin çöktüğü bir sürece giriyoruz. Toplumsal hareketler kaçınılmaz. Yeni bir döneme giriyoruz.”
Eğer bir devrim, sırf bir umut ve beklenti ifadelerinin ötesine geçmişse, devrim için çaba sarfedenlerin öznel durumlarından bağımsız bir veri olarak baş köşeye oturuyorsa; her gerçekçi analizin kaçınılmaz sonucu, ufku boydan boya kaplayan ve üzerinde spekülasyon yapmaya olanak sağlayan bir yakın gelecek senaryosu haline gelmişse; bu durum her sınıfı kendi pozisyonunu gözden geçirmeye ve “sınır ihlallerine” doğru zorlamaya başlar. Bu olgu, gerçeklikten aldığı güçle, yalnızca sistemin efendilerini değil ya da sağduyulu aydınları değil, ama toplumun bütün alt katmanlarını da etkisi altına alır. Yukarıdakiler neyin üzerinde spekülasyon yapıyor, biliyoruz. Peki ya aşağıdakiler?
İki örnek, daha kapsamlı bir irdelemelere yol gösterici nitelikte. Biri, emekçi sınıfların en geriden gelen kesiminden; diğeri ise kafası daha açık bir kesimden. İlkinde, Konya’dan bir enstantaneye şahit oluyoruz. Dinci faşizmin ağır topu Binali konuşuyor; karşısında ise daha şimdiden güneş altında çalışmaktan kararmış suratları bir karış asık bir topluluk var. Binali’nin sözünü kesip “şu ekonomiyi bir düzeltin” diyorlar. Aldıkları “zaten yapıyoruz” cevabı gerilimi yükseltiyor. “Yukarıdaki bir avuç kişi için değil, aşağıdakiler için de” diyorlar. Sözler basit ama ulaşılmış sınıf bilincinin derinliğine işaret ediyor. Açıkça dinci faşist iktidarı, tepedeki bir avuç zenginin hizmetkarı olmakla suçluyorlar.
İkinci durağımız Kırklareli Vize, ... Gerici muhalefet temsilcisinin yolunu kesen “kıdemli yurttaş”, davulu eline almış, “Artık bu sistemin gitmesini istiyoruz. Böyle bir sistem dünyaya hiçbir şey getirmiyor. Yaşım 72, ben böyle bir şey yaşamadım. İktidar olmak istiyoruz. Yeter, yeter, yeter diyoruz.” Yalın tümcelerden, derin, somut evrensel ölçekli bir bilinç fışkırıyor. Kıdemli emekçi, dünyaya bir şey vermeyen, kapitalist sistemi hedef alıyor ve çözümünü dile getiriyor. İktidar olmak istiyoruz!
Her iki örneğin bilinç sıçramasının temelinde yatan aynı, “daha önce böyle bir şey yaşamamış olma”ları. Sarsıcı gerçeklik, bilinçleri ilk adımda (geriden gelenlere) keskin bir çelişkinin farkına varılmasına, sonraki adımda (biraz daha ileride olanlarca) iktidar hedefine taşıyor. Bir uçtan bakınca diğer ucun rahatlıkla görüldüğü dümdüz bir yol değil, ama sağduyulu ve gerçekçi her emekçinin, sağlam görünen yanılsama ve katı ideolojik kalıpları aşarak hızla katedebileceği bir yol...
Emekçi sınıflar gerçekçilikte sonuna kadar gidebilirler ama burjuvazi, yolun sonunda kendini bekleyen felaketi yok saymak zorundadır. Sözünü ettiğimiz The Guardian makalesinde bir değerlendirme var ki, tam anlamıyla “Tok açın halinden anlamaz” atasözünü doğruluyor. Tüm gerçekçiliğine rağmen, burjuva sınıfın erişemediği kavrayış alanı orada başlıyor. The Guardian: “Diğer ülkelerin aksine Türkiye kendi insanını kötü besliyor” diyebilmekte. Açlık denince sokaklarda bir parça ekmek için dilenen milyonları aklına getirenler için kavranması zordur ama, bu topraklarda açlık, bir zamanlar Etiyopya’dan yansıyan fotoğraflardaki gibi yaşanmıyor. Sessiz ve karanlık kenar mahalleler kadar, apartman dairelerinde, öğrenci kampüslerinde, vakur emekçi kimliğiyle dolaşıyor ve hüküm sürüyor açlık.
Tuzu kuruların çokluğuyla bildiğimiz Beşiktaş’ın semt pazarından görüntüler yansıyor. Pek çok insan, fiyatları görünce hiçbir şey alamadan geri dönüyor. Ne yapacaksınız sorusuna verdikleri cevap: “Akşam yemek yemeden uykuya dalacağım” Açlık öğün atlamaktır, uykuyla doldurulacak saatlere açlığı ertelemektir, ertesi gün çalışırken gün ortasında mideyi “boş tost”la doldurmaktır. Günü birlik bulunan işin sevinciyle mahalle bakkalına dalıp “ekmek arası peynir yap, aç gitmeyeyim, akşama paranı veririm” demektir. Beşiktaş’ta durum böyle, gerisini siz hayal edin.
Açların bugünkü sessizliğini onların durumu çaresizce kabullenişine yoranlar (ne büyük felaket ki, böyleleri sol saflarda bolca bulunuyor!), yukarıdaki atasözünü bir kez daha doğrulamaktan başka bir şey yapmıyorlar. Açlar sessiz çünkü kendileri gibi açlık çekenler hariç, akla gelecek herkesi ve her şeyi suçlamak, tümüne sınırsız bir öfke beslemek gibi dile gelmez bir ruh hali içindeler. Bu öfke, tüm geleneksel ahlakı, alışkanlıkları, tüm kutsal kalıpları, dokunulmaz kurumları deler geçer. Açlık mülkiyetin, iki yüzlü genelgeçer ahlakın ve tartışılması yasak kutsallığın kalbinde patlar. Kim bütün bunları karşısına alacak bir duyguyu söze dökebilir? O ancak, bir eylemle ifade edilebilir. Fakat dikkat! Her şeyi delip geçen bu öfkeden, ezberlenmiş kalıplarını kıramayan devrimciler de nasibini alır, dolambaçlı yollara savrulup durmayı taktik ustalık sayan “devrim ertelemecileri” de...
Bir örnek: Üniversite gençliğinin “özerk demokratik üniversite” istemini halen daha baş köşeye koymalarına ne demeli? Kutsalı, ahlaki, tüm yerleşik kurumları delip geçen “sınır ihlalleri”nin her dönemdeki şövalyeleri olan gençlik, baş köşeye konulmaya devam eden bu slogandan, harekete geçirici bir heyecan duyabilirler mi? Yurt ve kampüslerde yaşanan açlık manzaralarına, hiçbir işe yaramadığı belli bir diplomayla taçlanan bir geleceksizlik eşlik ederken, ezberlenmiş hudutlarında çakılı kalan sosyalist gençliğin bu kitleden üniversitelerinin özerkliği için enerji harcamalarını istemeleri, ne kadar karşılık bulabilir? Tam da bütün toplum “sınır ihlali” iklimini soluyorken, gençliği doğrudan toplumsal bir devrime, devrimci halk iktidarı için kavgaya çağırmak, onları her yanıyla yepyeni bir toplumun kuruluşuna davet etmek, geciktirilemez bir görev olarak tespit edilmelidir.
Kazdıkları çukurda kendinden gayet memnun eşinip duran küçük burjuva uzlaşmacı hareket dışında, toplumun emekçi çoğunluğu bambaşka bir ufka bakıyorlar: Uzun iç savaşta sayısız katliamlar ve amansız baskılarla sınandılar ve şimdi sırtlarını dayadıkları son duvarın önünde, sınavların en büyüğünü, açlıkla sınanmayı yaşıyorlar. Bu yüzden, dilleri sessiz bedenlerindeki kan beyinlerine sıçradığında, sonuna kadar gitmekle tereddüt etmeyecekler.