Emperyalist-kapitalist devletlerin günümüzdeki durumlarını nasıl tarif etmeli? Sosyal reformist partilere, liberallere, dünya burjuvazisiyle uzlaşmak için can atan uzlaşmacılara sorsak ceplerindeki hazır yanıtı hemen çıkaracaklar. “Batı cephesinde her şey yolunda”
Değil mi ki, AB'ye üyelik başvuruları yağmur gibi yapılıyor, NATO, yeni yeni ülkeleri bünyesine katmanın hazırlıklarını yapıyor; kendini sağlamlaştırıp durumunu konsolide ediyor; daha ne olsun? Üstelik, Rusya'nın Ukrayna'yı faşistlerden temizleme, Donbass bölgesinin iki Halk Cumhuriyeti'ni özgürleştirme savaşını “avantaja” çevirip Avrupa'daki varlığını kat kat artırmadı mı? “Ah şu Rusya, Ukrayna'ya saldırmasa NATO ne öyle genişleyecekti, ne de Avrupa'daki varlığını böylesine artıracaktı.”
Yukarıda saydığımız siyasal parti ve çevrelerin kafaları, düşünce biçimleri, mantıkları aynen böyle çalışıyor.
Oysa gerçek durum tam tersi. Zamanında dünya emekçi halklarına kan kusturan emperyalist devletler, şimdi her yerde itirazlar, tepkiler, karşı koyuşlarla karşılaşıyorlar. Rusya'nın NATO'ya meydan okuyuşunu; (ki pembe komünistlerimiz, bu meydan okumadan hiç de hoşnut değiller ve NATO'nun yenilmeyeceğine dair yemin billah taraftarlarını iknaya çalışıyorlar), Çin'in daha bir kaç gün önce Genelkurmay Başkanı'nın ağzından ABD'ye;
“Eğer birileri Tayvan'ı Çin'den ayırmaya cüret ederse, Çin ordusu bedeli ne olursa olsun kesinlikle savaş başlatmakta tereddüt etmeyecektir.” sözleriyle meydan okumasını ya da KDHC'nin Japonya dahil tüm emperyalist devletlere “hodri meydan” demesini bir kenara bırakıyoruz.
ABD'nin diğer devletleri uysal bir koyun gibi gütme politikalarına beklemediği yerden, arka bahçesi olarak gördüğü Latin Amerika devletlerinden şiddetli itirazlar geldi. OAS (Amerikan Devletler Örgütü), 1994'te Bill Clinton başkanlığı döneminde ABD'nin aktif girişimleriyle kuruldu. OAS; çeyrek asır boyunca, kıtadaki ABD egemenliğinin temel araçlarından biri olarak çalıştı. Aynı OAS, iki yıl önce Bolivya'daki faşist darbenin önemli aktörlerinden biri olarak sahneye çıktı.
İşte ABD'nin Latin Amerika'daki bu egemenlik aracının geçtiğimiz günlerde düzenlenen Los Angeles zirvesi, ABD açısından tam bir hezimet toplantısı oldu. Çöküş ve hezimet, Biden yönetiminin “diktatörler tarafından yönetildiği” iddiasıyla Venezuela, Küba ve Nikaragua'yı toplantıya davet etmemesiyle başladı.
“Kasabanın şerifi” kendi irade ve kurallarını dayatırken -tıpkı bizim sosyal reformistlerimiz gibi- köprünün altından çok sular aktığının farkında değildi. Haliyle, işler hiç de Beyaz Saray'ın umduğu gibi gitmedi. Meksika başkanı Obrador, aleni bir şekilde Washinton’la dalga geçen bir konuşma yaparak,
“Zirveye katılmayacağımı Meksika halkına bildirmek isterim. Zirveye gitmiyorum çünkü Amerika’nın tüm ülkeleri davetli değil ve yüzyıllardır dayatılan politikanın değiştirilmesi gerektiğine inanıyorum. Dışlama, sebepsiz hakim olma isteği… Ülkelerin egemenliğine, her ülkenin bağımsızlığına saygı duyulması gerekir.” dedi.
Meksika’yı Honduras başkanı Xiomara Castro izledi: “İstisnasız tüm Amerika ülkeleri davet edilirse katılırız.”
Guatemala Cumhurbaşkanı Alejandro Giammattei, El Salvador Cumhurbaşkanı Nayib Bukele ve Bolivya Devlet Başkanı Luis Arce art arda Honduras ile benzer açıklamalar yaparak zirveye katılmayacaklarını duyurdular.
Hepsi bu değil. Asıl “bombalar” bizzat zirvede patladı! Latin Amerika ülkelerinin geneli, Washington yönetimini hedef alan konuşmalar yaptılar. Hemen hepsi, Küba’ya yönelik acımasız ablukayı eleştirdi, kimileri yerden yere vurdu. Bütün ülkelerin zirveye davet edilmemesini kabul edilemez olarak niteledi. Yalnızca Kolombiya’nın Duque’sü Beyaz Saray’ın şaşmaz şakşakçılığını yaptı.
Çok açık: ABD emperyalizmi, kendinden en emin olduğu yerde, bir zamanlar istediği hükümeti devirip istediğini iktidara taşıdığı yerde sert itirazlarla, protesto ve karşı koymalarla karşılaşıyor.
Buraya kadarı ABD emperyalizmi ile ilgili olanı. Şüphesiz bu bile tek başına bir yargıya varmak için yeterli ama hepsi bundan ibaret değil. Örneğin, Fransa, uzun onyıllar boyu koyu bir “sömürgecilik”, baskı ve katliamlarla yönettiği Afrika kıtasında büyük direnişlerle karşılaşmaya başladı.
Fransa ile Cezayir arasındaki gerginlikten söz etmeye gerek yok. Ama asıl fırtına bulutları, Mali, Çad, Gabon, Nijer, Burkina Faso'da toplaşıyor. Tüm gelişmeleri aktarmamız mümkün değil. Gelişmeleri derleyen yazar, şu sonuca ulaşıyor:
“Mali ile eş zamanlı olarak Çad Cumhuriyeti'nde de Paris'e karşı protestolar düzenlendi. Mali, Fransız yeni-sömürgeciliğine karşı direniş merkezlerinden biriyse, Çad da Fransız etkisinin temel dayanağıdır. Bu nedenle, ülke yetkilileri 14 Mayıs mitinglerinin organizatörlerini gözaltına almaya karar verdi. Bununla birlikte, Çad'daki Fransız karşıtı protestolar, Fransa'nın bölgede çökmekte olan hegemonyasının kanıtıdır.”
Bunlara, ABD, İngiltere ve AB emperyalistlerinin Rusya'ya yaptırım konusunda, örneğin Hindistan'dan, başka Asya ülkelerinden; Latin Amerika devletlerinden direnişle karşılaştıklarını, istediklerini kabul ettiremediklerini ayrıca not etmek gerekir.
Bütün bu gelişmelerin toplamından ne çıkar? Emperyalist dünyanın efendilerinin tümüyle ve şimdiden çöktükleri sonucu mu çıkar? Biz, emperyalist kapitalist sistem çöküş dönemine girmiştir dedikçe, emperyalistlerin “sol”daki gizli taraftarları, sözlerimizin bu anlama geldiğini ileri sürerek bizi boşa çıkarmaya çalışıyorlar.
Oysa biz bir dönemden, bir çağdan, süregiden bir süreçten söz ediyoruz; bugünden yarına olup biten bir durumdan değil.
Tarihin belli bir dönemine neden “çağ” denir? Lenin'in sözleriyle tanımlayacak olursak, “Bir çağa tipik ve tipik-olmayan büyük ve küçük, bazısı ileri bazısı geri ülkelere özgü, çeşitli görüngülerin ve savaşların toplamını içerdiği için çağ denir.”
Az-çok uzun bir tarihsel dönemi kapsayan böyle bir çağ içinde olaylar hiçbir zaman tekdüze biçimde cereyan etmez. Şurada burada birbirine zıt olayların, gelişmelerin görülmesi kaçınılmaz. Biz, emperyalist-kapitalist sistemin çöküş sürecinde olduğunu, eski gücünü yitirmekte olduğunu söylerken, örneğin, daha dün, Pakistan'da isteklerine uymayan hükümeti devirdiğini, yerine kendine tam biat edecek bir hükümeti getirdiğini unutuyor değiliz. Hala yaptırım sopasıyla, Çin dahil, kimi ülkelerin, büyük sermaye gruplarının, uluslararası tekellerin gözünü korkuttuğunu; haliyle, kimi isteklerini onlara kabul ettirdiğini biliyoruz.
Fakat tüm bunlar, gelişmelerin ana doğrultusunu görmemizi ve tespit etmemizi engellemez. Gelişmelerin ana doğrultusu, emperyalist-kapitalist sistemin çöküşü yönünde. Ve gidişat her geçen gün daha da hızlanıyor.