Kimi kendini “komünist”, kimi “sol”, kimi “devrim hareketi” olarak tanımlayan dört yapının “30 Ağustos Zafer Bayramı” vesilesiyle Mustafa Kemal ve arkadaşlarını “kahraman” ilan edip önlerinde yerlere kadar saygıyla eğilmeleri -ki bunların arasında kurtuluş savaşının Galip Hoca'sı Celal Bayar da var- “kahraman” kavramının tartışılmasını zorunlu kıldı.
Bu dört sosyal reformist yapının sözlerine geleceğiz, ancak ondan önce söylenmesi gereken şeyler var. Bir soruyla başlayalım.
Kim kahraman, kim değil, bunun belli bir ölçütü var mı? Sınıflar üstü bir kahraman olabilir mi?
Deniz Gezmişlerin, Mahir Çayanların birer kahraman oldukları kesindir. Ama kimin gözünde? Burjuvalara sorarsanız onlar birer “terörist” değil mi? Üstelik ellerindeki propaganda olanakları, para pul sayesinde toplumun önemli bir kısmını buna inandırmaya çalışmıyorlar mı?
Peki ya yoksul kitlelerin gözünde? Nüfusun ezici bir çoğunluğunu oluşturan yoksul, emekçi kitlelerin, burjuva sınıfın tüm karşıt çabalarına rağmen Deniz Gezmiş ve Mahir Çayanları birer kahraman olarak kabul ettiklerini, yüreklerinde yaşattıklarını biliyoruz.
Gorbaçov gibi bir alçak kimilerine göre kahraman değil mi? Arkasından gözyaşı dökenlere bakın; bu alçağın kimin kahramanı olduğunu kolaylıkla anlarsınız. Sovyet topraklarının hayattaki emekçilerinin, işçilerinin umurunda mı Gorbaçov'un bu dünyadan pılısını pırtısını toplayıp göçmesi! Bir ölü köpek muamelesi görmüyor mu?
Kısacası, sınıflı bir toplumda “herkesin” kahramanı olmaz. Sınıfların kahramanı olur. Ama artık bunu söylemek de yeterli değil. Şunu eklemeliyiz: Proletarya ile burjuvazi arasındaki sınıf çatışmasının, üstelik dünya ölçeğinde, bunca derinleştiği, şiddetlendiği, iç savaş biçiminde sürdüğü günümüzde bu ayrım çok daha önemli hale gelmiştir.
Peki Mustafa Kemal kimin kahramanı? Daha doğru bir ifadeyle, hangi sınıfın kahramanı? Soruyu böyle sorup yanıtlamak gerek. Proletaryanın mı? Komünistlerin mi? Kürt halkının mı?
Mustafa Kemal'in emperyalizme karşı bir savaş verdiği doğrudur. Bu savaşta işçi sınıfı dahil, köylülerin, hatta Kürt halkının yer aldığı da doğrudur. Ama bu savaş bir ulusal kurtuluş savaşıydı. Yani burjuvazinin, burjuva sınıfın bir savaşıydı. Burjuva sınıfın kendi pazarına sahip çıkma savaşıydı.
İşçilerin, köylülerin, emekçilerin, Kürt halkının bu savaşa katılmış olması, savaşın sınıf karakterini değiştirmez. İstisnasız bütün devrimler, isteyen buna savaşları da ekleyebilir, bir toplumun “halk sınıfları”nın katılımıyla gerçekleşir. Bugüne kadar olan bu, bundan sonra da olacak olan bu. Örneğin Fransız burjuva devrimi sadece burjuva unsurların katılımıyla mı gerçekleşti? En büyük burjuva devrimi en yoksul halk yığınlarının, açların, sefillerin, işsizlerin, evsiz-barksızların muazzam devrimci girişimlerinin eseri oldu. Ama bu, Fransız devriminin burjuva karakterini değiştirdi mi? Buraya kadarı işin abecesidir.
Her sınıf, kendi savaşını verirken kendi çıkarlarını tüm toplumun çıkarları olarak öne sürer ve toplumun verili koşullarda acı çeken tüm sınıflarını kendi savaşına seferber etmek, katmak için olağanüstü bir çaba harcar. Dolayısıyla, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının kurtuluş savaşına işçileri, köylüleri, Kürt halkını katmış olmasında şaşılacak bir şey yok. Bu, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının önderlik ettiği savaşın ne burjuva karakterini değiştirir, ne de Mustafa Kemal'i emekçi sınıfların, işçi sınıfının, yoksul kitlelerin önderi yapar. Hele de Kürt halkının hiç değil.
Savaşın başlarında Mustafa Kemal'in Kürtler dahil, halk yığınlarının desteğine ihtiyacı vardı ve bu yüzden Kemalist iktidar, sözünü ettiğimiz toplumsal güçlere karşı şiddet/terör uygulamaktan geri durdu.
Kemalist iktidar yine de, Ekim Sosyalist Devrimi'nin etkisiyle Türkiye'de esen “Bolşevik” rüzgara karşı önlem almaktan geri durmadı. Sovyet Ekim Devriminin Anadolu insanında komünizme yönelik yarattığı sempati dalgasının karşılanması gerekiyordu. Bunun için iki temel önlem aldı. İlki, 1920 Ekim'inde resmi Türkiye Komünist Partisi'nin, yani sahte bir komünist partisinin kurulması oldu.
İkincisi, Mustafa Kemal ve arkadaşları, sahte bir komünist parti kurdururlarken, bir kaç ay sonra, Ocak 1921'de gerçek komünizmi temsil ettiğini düşündükleri Mustafa Suphi ve on beş yoldaşını Karadeniz'in karanlık sularında boğduruyorlardı.
“Biz 1920'lerde kurulan TKP'nin kendisiyiz” diyenler şimdi Mustafa Suphi ve onbeş yoldaşını katledenlere “kahramanlık” payesi biçiyor ve önlerinde yerlere kadar saygıyla eğiliyorlar.
Örneğin birisi şöyle yazıyor: “Zaferin 100. yılında Mustafa Kemal'i ve tüm kahramanları saygıyla anıyoruz. Halkın örgütlü gücüyle yeni zaferler kazanacağız. Yaşasın 30 Ağustos!”
Mustafa Kemal'i ve arkadaşlarını -tekrar edelim, aralarında Galip Hoca olarak bilinen Celal Bayar da vardı- bağırlarına basıp saygıyla anmalarına itirazımız olamaz elbette. İsteyen istediğine saygı duyar; istediğini bağrına basar. İtirazımız, halis muhlis “kemalist” olduğunuz halde emekçi sınıflara, gençliğe kendinizi “komünist”, “devrimci”, “sosyalist” diye yutturmaya çalışmanıza... Yoksa, “kemalist” olmanıza da bir itirazımız yok, olamaz da. Cesur olun ve emekçi sınıfların, Kürt halkının, işçi sınıfının karşısına gerçek kimliğinizle, savunduğunuz dünya görüşünün gerçek adını koyarak çıkın.
Lenin'in, Sovyetler Birliği'nin emperyalizme karşı savaşta Mustafa Kemal'e yaptığı yardımı sürekli öne çıkararak oradan “komünizme” yakın bir Mustafa Kemal portresi çıkarmaya çalışanlara, Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilmesi üzerine Komünist Enternasyonalin Dördüncü Kongresinin Türkiye'nin Komünistlerine ve Çalışan Halkına yaptığı çağrıyı hatırlatmak isteriz. Şöyle deniyordu çağrıda:
“Emperyalizmle uyuşmaya hazırlık olarak, Milliyetçi hükümet, sizin gerçek temsilcilerinizi yok etmek ve onları dışarıdaki dostlarından ayırmak istemektedir. Komünist Enternasyonalin Dördüncü Kongresi bu barbarca hareketi protesto eder ve emperyalizmin rolünü oynamayacak, emperyalizm ve ilticaya karşı dövüşe devam edecek ve çalışan Türk kitlelerinin lehine demokratik reformları gerçekleştirecek herhangi bir hükümet veya siyasi partiyi desteklemek arzusunda olduğunu resmen ilan etmeyi kendisine vazife sayar...”
Komünist Enternasyonalin Dördüncü Kongresi Mustafa Kemal ve hükümeti için daha ne desin! Ve işte siz, üzerinizdeki “komünist, sosyalist” vb etiketlerden sıkılmadan M.Kemal ve Hükümeti'ni emekçi sınıflara, iki ülke halklarına yutturmaya çalışıyorsunuz!
Bir makalede ortaya konulabilecek düşüncelerin sınırlı olduğunu biliyorsunuz. Bu yüzden örneğin, çeşitli bahanelerle komünistlere ve emekçi sınıflara karşı ilan edilen “Takrir-i Sükun” kanunundan, komünist tutuklamalardan; burjuvaziyi desteklemek için çıkarılan bir çok yasadan söz etmeyeceğiz. Ama şunun altını çizmeden geçemeyiz: Sizin pek sevdiğiniz anlaşılan birinci Cumhuriyet, bir devlet olarak bu cumhuriyet, ana rahmine düştüğü andan başlarsak, tarihinin hiç bir döneminde laik olmadı. Kutladığınız 30 Ağustos Zaferiyle kurulan devletiniz hep bir din devleti olageldi. Ordu hep “Peygamber Ocağı” olageldi. Polis, jandarma ve zindanlar daima dinin sığınağı oldular; günümüzün “modern halifelik” kurumunu temsil eden Diyanet İşleri Başkanlığı Kemalist iktidar tarafından kuruldu, vb vb. Saymakla bitmez.
Sözü Engels'in burjuva cumhuriyet üzerine düşünceleriyle bitirmek yerinde olacak:
“Ama her hükümet biçimini olduğu gibi, diyor Engels, cumhuriyeti de içeriği belirler; bir burjuva egemenlik biçimi olduğu sürece, bize, herhangi bir monarşi kadar hasımdır”
Yoksa, “komünistler” olarak kuruluşunu kutladığınız cumhuriyet, emekçi cumhuriyeti miydi!