CHP Genel Başkanı Kılıçdaroğlu, dinci faşist iktidarın uyuşturucu parasını bütçe açığını kapatmak için kullanmasıyla ilgili açıklamaları gündeme oturmuş görünüyor.
Kılıçdaroğlu, dinci faşist iktidarın Türkiye'nin dünya uyuşturucu trafiğinde merkez ülke haline gelmesine göz yumduğunu, hatta teşvik ettiğini, böylece Türkiye'ye gelen, milyar dolarlarla ölçülen uyuşturucu parasını bütçe açığını kapatmakta kullandığını açıkladı.
Uyuşturucu trafiğini yönetmek için mafya babaları İstanbul başta olmak üzere, Türkiye'nin çeşitli kentlerini mesken edinmiş, lüks villalar almış; bu arada mafya çeteleri arasındaki hesaplaşmalar İstanbul, Antalya gibi havadan gelen paranın merkezi olan kentlerin sokaklarına taşınmıştı.
Kılıçdaroğlu'na göre, Türkiye'nin uyuşturucu ve karapara aklama merkezine dönüştüğünü “Mısır'daki sağır Sultan bile duymuş”tu. Eh, Mısır'daki sağır Sultan'ın bildiğini Türkiye'deki kuldan saklamanın ne alemi vardı?
Kılıçdaroğlu, dinci faşist iktidarı böyle “sert” eleştirince, iddialara göre, iktidarın kimyası bozulmuştu. Ne dayanaksız kimyaları varmış sorusu bir yana, en dip düzeyden yanıtlar gecikmedi. Kılıçdaroğlu'nun ne “soysuz”luğu ne de muhbirliği kaldı. Ancak bu yetmedi, Emniyet Genel Müdürlüğü ve Jandarma Genel Komutanlığı da, amiyane tabirle söyleyelim, topa girdiler. Devletin her iki temel kurumu Kılıçdaroğlu'nu hedef alan açıklamalar yaptılar ve hakkında suç duyurusunda bulundular.
Durum, Nasreddin Hoca'nın kafasına sopa indirdiği eşeğin arka tarafından ses gelmesi üzerine söylediği “eh mübarek, nerene vurdum, nerenden ses geldi” vaziyetine benziyordu.
İşin şakası bir yana, devlet bir bütündür ve Emniyet Genel Müdürlüğü ile Jandarma Genel Komutanlığı'nın üzerlerine alınmalarından daha doğal bir şey olamazdı. Çünkü bu iki kurumun, buna MİT'i de dahil etmek gerekir, izni, göz yummması, dahası işbirliği olmadan, dünyanın uyuşturucu çeteleri, bu çetelerin liderleri İstanbul'u mesken tutamazlardı. Belki de Kılıçdaroğlu'nun tartışmayı açarken hesaba katmadığı nokta, işin ucunun devletin temel kurumlarına dokunacağıydı.
Ancak, tüm bu tepişmeler, tüm suçu dinci faşist iktidara yükleyerek faşist devleti aradan sıyırma çabaları boşunaydı. Bir kez daha, kurumlar arası zaman zaman tartışmalar olsa da esasında devlet bir bütündür. Uyuşturucu, karapara aklama, devletin bütçe açığını, savaşın finansmanını bu yollardan kapatma faşist devletin ilk defa başvurduğu bir yol değildi.
Tarihi daha eskilere dayanmakla birlikte, biz başlangıcı 12 Eylül faşizmine indirgersek hata yapmış olmayız.
Ama bu politikanın zirveye çıktığı tarih açısından, 90'lı yıllarda, iç savaşta en sert dönemini yaşandığı Çiller-Ağar dönemini dönüm noktası olarak ele alabiliriz. Bu dönem, uyuşturucu “ithalat-ihracat” işlerinin tonlarla ve gemilerle yapıldığını kimse unutmuş olamaz. Örneğin, 15 Kasım 1992'de yakalanmamak için Akdeniz'de kendi mürettebatı tarafından batırılan Kısmetim-1 adlı gemide üç tondan fazla baz morfin olduğu açıklandı. 1993 yılında ise, yine Akdeniz'de Luck-S adlı gemide on iki ton esrar ve üç tona yakın baz morfin yakalanmıştı.
Ne var bunda, devlet yakalıyor işte, denilebilir. Ancak durumun böyle olmadığını, devletin bu operasyonları yapmak zorunda kaldığını; esasında tüm bu trafiğin arkasında faşist devletin, özel olarak da, devlet adına, M.Ağar ve ekibinin olduğunu “Msır'daki sağır Sultan” bile duymuştu. Bal tutan parmağını yalıyordu elbette, ama işin bu kısmı önemsizdir; önemli yanı, devletin buradan gelen milyar dolarlarla iç savaşı finanse ettiği; bütçe açığını olabildiği kadarıyla kapatmaya çalıştığıdır.
Görüldüğü gibi, Kılıçdaroğlu'nun açıklamalarında öze ilişkin yeni bir şey yok. Değişen tek şey, trafiği yöneten, izin veren, yönlendiren kadrolardır. Emekçi sınıflar açısından çok da önemsenecek bir nokta değil.
Bununla birlikte, devletin, burjuva düzenin, siyasal iktidarın içinde bulunduğu durumu açıklaması açısından dikkate alınması gereken bir noktadır.
Türkiye'nin bizzat siyasi iktidar tarafından dünya uyuşturucu trafiğinin merkezi haline getirilmiş olması; kentlerin sokaklarının “vahşi Batı”yı aratmayacak şekilde kanlı hesaplaşmaların arenasına dönüşmesi burjuva sınıf egemenliğinin gelmiş olduğu yeri göstermesi açısından önemli.
Bütün bunlar, çözülme, dağılma ve çöküş belirtileri olarak kabul edilmeli. Kitlelerde bilinç yaratmayan gerici burjuva iç savaş gelişmenin belli bir aşamasında, işte böyle, düzen üzerinde yıkıcı, dağıtıcı, yozlaştırıcı etkilere yol açar.
Banka sermayesiyle birleşen sanayi sermayesinin, daha somut konuşursak, örneğin Koç'ların sanayi sermayesinin banka sermayesiyle birleşmesinden doğan mali sermayenin egemenliğinin belli bir gelişme aşamasından sonra kaçınılmaz biçimde uğrayacağı duraktır bu.
Marx, daha 1850'lerde Fransa'ya egemen olmaya başlayan “mali aristokrasi” için şöyle diyordu:
“Mali aristokrasi, yasaları kendi isteğine göre kabul ettirdiği, devlet yönetimini çekip çevirdiği, kurulu bütün kamu güçlerini elinde bulundurduğu, basın yoluyla ve olguların gücüyle kamuoyunu elinde bulundurduğu sürece, saraydan café borgne'ye kadar bütün çevrelerde aynı ahlâk bozukluğu, aynı hayasız sahtekârlık, üreterek değil de başkasının elindekini kurnazlıkla ele geçirerek aynı havadan zengin olma susuzluğu doğuyordu. Ve asıl burjuva toplumunun en yüksek tepelerinde en sağlıksız, en yolsuz aşırı istekleri doyurma arsızlığı alabildiğine körükleniyor, ve her an, gene burjuva yasalarının kendileri ile çatışma haline geliyordu, çünkü elbette ki, dalavere ile havadan gelen zenginlik, tatmin yollarını, zevkin rezilleştiği yerde, altın, çamur ve kanın birbirine karıştığı yerde arar. Mali aristokrasi, zevklerinde olduğu gibi kazanç tarzında da, lumpen-proletaryanın burjuva toplumun doruklarında dirilişinden başka bir şey değildir.”
Bu sözlerdeki “mali aristokrasi” sözlerini “mali sermaye” olarak değiştirin, Türkiye egemen sınıfının manzarasını eksiksiz elde edersiniz.
Bu durumda bize, yani işçilere, emekçilere, Kürt halkına, yoksul kitlelere, devrimci komünist güçlere düşen şey şöyle haykırmaktır:
“Büyük hırsızların canı cehenneme! katillerle birlikte”.