Dünyanın en başarılı ekonomisi olan Türkiye ekonomisi büyük başarılara imza atmaya devam ediyor. Eşi benzeri olmayan kalemlerde ihracat rekorları kıran TC ekonomisi, bir bakanın da söylediği gibi (ismine gerek yok tüm bakanlar aynı üstün zekadan mustariptir!) “Buğday ithal eden ülkeden, mühendis ihraç eden ülke konumuna geldi.”
Yeni ihraç kalemleri de bu söze uygun. Çok sayıda doktor, sağlık çalışanı, mimar, mühendis ve birçok alandan bir çok bilim insanı başka ülkelere “ihraç” edildi. Böylece hem nan’a muhtaç bu yoksul, bu zavallı, bu kıtlık kıran içindeki Avrupa ülkeleri kendilerini geliştirebilecek, hem de bunun TC’ye büyük faydaları olacaktır!...
Mesela hasta başına düşen doktor sayısı, pardon doktor başına düşen müşteri sayısı artacağı için, hasta garantili şehir hastaneleri müşteriye doyacak. Mimarların gitmesiyle de inşaat sektörü canlanır. Mimarsız, imarsız binalar başımıza çöker sonra müteahhitler yerine, yeni çürük binalar diker, sonra onlar da başımıza yıkılır. Böylece inşaat sektörü hep canlı kalır.
Dinci faşist parti yönetimi ve onun zekaları dillere destan iktisat dehaları, her biri bir şok etkisi yaratan gerçek üstü planlamalarla ekonomiyi uçurmakla kalmıyorlar enflasyonu da her an tek haneli rakamlara indirebilirler. (Tabii önce üç haneden iki haneye indirmek lazım!) Örneğin enflasyon garantili hazine bonosu gibi. Bu sadece yerli değil yabancı yatırımcıyı da çekecekmiş. Zor değil, bunun sadece iki yolu var: ya TC ekonomisinin ABD ve AB’den daha güçlü olduğunu ispat edecekler ya da onlardan üç dört kat daha fazla faiz ödeyecekler. Yani aslında bunun tek yolu var!
...
İnsanın analitik zekasına bilim insanları her daim özel bir vurgu yapsa da, bu canlı türünün içinde yer alan bu “yeni” iktisat dehalarını, bu analitik zekaya sahip canlı tanımının tam neresine konacağı ya da nasıl konacağı hatta bunun imkansızlığı yerinde bir tartışma konusu olsa da, biz bu tartışmadan bağımsız sözümüze devam edebiliriz.
“Yani ekonomi gözlerde ışıktır”dan bahsetmiyoruz. Fakat belki biraz “mühendis” ihracatından bahsediyor olabiliriz.... Zira:
Aslında beyin göçü yok, yetişmiş insan ihraç ediyoruz. Çoraklaşmış tarım arazisi yok, arsa üretiyoruz. Doğa katliamı yok, köprü, yol, site kuruyoruz. Zam yok, malımız değerleniyor. Açlık yok, rejim yapıyoruz. Hastalık yok, sürü bağışıklığı imal ediyoruz. Ölmüyoruz, ölüm de yok; mezarları dolduruyoruz. Sağ kalabilenlerin canı bu dehalara emanet!!!
Görüldüğü gibi bu memleketin hiçbir sorunu yok. Hele ekonomik sorun, asla! Bir kere satacağımız şeylerin bir sınırı yok. Ormanlar, dağlar, denizler, kıyılar, madenler, göller, sular, köyler, şehirler, müzeler, yollar, köprüler, hava meydanları, hastane, okul, üniversite, mimar, mühendis, hakim. Yeter ki alıcısı olsun, yeter ki satmasını bilelim.
İşte, dinci faşist partinin burjuvazi için yaptığı en iyi şey de bu. Hatta satacak şey kalmadığında bile satacak şey buldu: Yetişmiş insan gücü! Böylece hem bunlardan kurtuldu hem de akın akın gelen DAİŞ ve Taliban çetelerine alan açtı.
Lakin, tüm bunlara rağmen yüce şahsiyetin de dediği gibi: “Bir haline şükretmeme durumu var!” Küstahlık ve kıymet bilmezlik. Oysa haline şükredilse yapılan bunca işin değeri anlaşılacak.
İnsanın aklına hemen şunlar geliyor. Eğer emekçiler hallerine şükretmiyorsa ne yapıyor. Bunalıma mı giriyor, vurdumduymaz mı oluyor, açlıktan ölmeyi umursamıyor mu ya da tam tersi şeyler mi...?
Haline şükretmeyen insan hesap mı sorar. Daha doğrusu kimden ve neden hesap sorar?
“Bir haline şükretme durumu var” sözü, tersten bir okumayla, bir isyan durumu var anlamına gelmez mi!
O halde, haline şükretmeyenler sadece dinci faşist partiden mi hesap soracak. Yani burjuva iktidarı yerle yeksan ederken, iliğini kurutan, kanını emen, tüm bu zenginlik ve varlık içinde kendisini yoksulluğa ve yoksunluğa mecbur eden burjuvaziyle “barış” mı yapacak...
Emekçi, dinci faşist partiden kurtulurken, burjuvaziye, buyur kardeş beni istediğince sömür, çocuğumu eğitime, hastamı doktora, ailemi mutluluğa muhtaç ve hasret koy. Beni çürük evlerde kiralık, hayat pahalılığında aç biilaç, sağlıksız gıdalarla yarınlardan bihaber bırak, koy mu diyecek.
Fanteziyle gerçek birbirinden farklı şeylerdir. Bir kağıda bir mühür basarak dünyayı değiştireceğini söyleyenlerin yaptığı şey devrimcilik değil sihirbazlıktır, şovdur, büyücülüktür, illüzyondur. Tarihin ne büyülü bir yanı vardır, ne de üzerine mühür basılınca hayatı güzelleştiren efsunlanmış oy pusulaları.
Hesaplaşmalar tarihin yarattığı şartlarda, günün dayattığı araçlarla yapılır. Şu an bu “haline şükretmeyenler” toplumunda, bu doktorları ihraç edilenlerin topraklarında, bu kadın katliamlarının resen olmasa da fiilen serbest olduğu diyarlarda ve işçilerin her türlü mahvının kader-fıtrat sayıldığı bu günlerde tarihin mecbur kıldığı hesaplaşma, acaba nasıl olabilir, sorusunun cevabı zor olmasa gerek!...
Yine o ana hızla yaklaşmış olunduğunu görmek de öyle!...
Hendekler aşıldı, kanallar geçildi, dış bentler yıkıldı. İç surlar düştü sıra son kulelerde ve onlar da sallanıyor. Eğer kapitalizm bir savaş kalesine benzetilseydi herhalde, şu anki durumu bundan çok daha kötü olurdu!...
Kenan Kızıl