Bütün dünyada olduğu gibi bu topraklarda da emekçi yığınlar, özellikle kırsal kesimde yaşayanlar kendilerini sömüren, yokluk ve yoksulluklarının asıl sorumlusu olan asalak sınıfa, egemen burjuvaziye adeta saflık derecesinde bağlılık gösterip, körü körüne inanarak sorunlarının çözümünü uzun yıllar onlardan beklediler, tekelci sermaye partilerinin ve iktidarlarının sorunlarını çözeceğine inandılar.
Burjuvazinin egemen sınıf olması ve bu sınıfa duyulan safça güven nedeniyle hem kendi güçlerine hem de kendileri gibi sömürülen, açlık ve sefalete itilen diğer emekçi kesimlere karşı güvensizlik içinde oldular. Bu güvensizliği kırmak için sınıflar mücadelesine atılmak gerekir. Burjuvazinin sınıf egemenliğine ve burjuva topluma karşı mücadeleye girişen emekçiler, hem kendileri gibi burjuvazinin sınıf egemenliğine karşı mücadele eden diğer emekçi kardeşlerine, hem de kendi güçlerine güven duymaya başlarlar. Sınıflar mücadelesi, emekçi sınıfların hem kendi özgüvenini geliştirip güçlendirir, hem de kendisi gibi olana karşı güvensizliği bir çırpıda ortadan kaldırır.
Bunu belirttikten sonra günümüzde yaşananlara dönebiliriz. Uzun bir süredir Türkiye’de devrimci kitle eylemleri süreklilik kazandı. Eylemler parça parça, dağınık, merkezi bir örgütlenmeden ve önderlikten yoksun. Bu eylemler genel karakteri itibarıyla kendiliğinden eylemler. Mavi yakalısıyla beyaz yakalısıyla işçi eylemleri, herkesin gördüğü bildiği gibi yıllardır kesintisiz olarak sürüyor. Bu eylemler sendikal özgürlükler, çalışma ve yaşam koşullarının iyileştirilmesi, daha iyi bir ücret gibi taleplerle sürdüğü kadar, işten atmalara karşı da sürüyor. Son yıllarda işçilerin fabrika önlerinde, kent meydanlarında süren eylemlerine, sefaletin dibine doğru itilen emeklilerin eylemleri de eklendi.
İşçi ve emeklilerin eylemlerinin yanı sıra, yine yıllardan beri kesintisiz olarak süren çevre katliamlarına, ormanların-ağaçların kesilmesine, zeytinliklerin yokedilmesine, taş ocakları, maden ocakları, JES’ler, HES’ler, RES’ler ve benzeri yollarla doğanın yağmalanmasına karşı kararlılıkla, yiğitçe verilen mücadeleler var. Son zamanlarda bunlara eklenen yeni bir kesim daha var: Çiftçiler yani kırsal bölgelerdeki küçük ve orta boy mülk sahipleri. Bu kesim daha ilk eyleminde, traktörleriyle İzmir karayolunu kesip “Hükümet İstifa” sloganı attı. Yani çiftçiler daha ilk eylemlerine Gezi Haziran Halk Ayaklanmasının sloganını sahiplenerek dinci faşist hükümeti ve politik iktidarı hedef aldı. Bu hedef belirlemesi tesadüf değil. Eylemler hiç hız kesmeden aylardır sürüyor: İzmir, Balıkesir, Bursa, Bandırma, Antep, Urfa, Maraş, Adıyaman, Malatya, Rize, Ordu, Konya, Uşak, Burdur, Yozgat, Manisa, Aydın… Yani çiftçiler her yerde eylemde. Çünkü kırsal alanlardaki orta ve küçük mülk sahibi üreticiler, hangi kentte hangi ürünü üretirse üretsin, hasat zamanı geldiğinde ürettiği ürünü satamadı. Birçok yerde ürünler tarlada, ağaçta çürümeye terk edildi.
Bu eylemlerle seslerini, öfkelerini birleştiren çiftçiler, böyle giderse bir daha ekmeyeceklerini, bunun da gelecek yıllarda gıdaya erişimi ve açlık sorununu daha çok büyüteceğini söylediler. Yani çiftçiler, tarımsal üretimin sadece kendilerini değil bütün toplumu ilgilendiren yakıcı bir sorun olduğunu söylediler.
Küçük ve orta boy mülk sahibi çiftçiler, bütün bir yıl boyunca çalışıp çabalayıp, hasat zamanı ürünlerini satamadıklarını; ekim zamanı kendilerine “ekebileceğiniz her yeri ekin” diyen dinbaz hükümetin hasat zamanı kulağının üstüne yattığını, kendilerini duymadığını, tüccarın insafına terk ettiğini söylüyor; zararına satmaktansa, bir daha ekmeyeceklerini dile getiriyorlar.
Banka kredileri nedeniyle tarlası traktörü ipotek altında olan, ürettiği ürün elinde kalan üretici köylüler, ne yapacaklarını bilemez hale geldi. Ellerindeki ürünü maliyetinin altında bile satamayan üreticiler, zararına ekip biçmektense bir daha ekmeyeceklerini, tarlayı boş bırakacaklarını söyleyince; yıllardan beri emperyalist tarım tekellerinin ürünlerini ithal eden, üretici köylüleri iflasa sürükleyen dinbaz hükümet, bu sefer ekilmeyen topraklara el koyacağını, kiraya vereceğini açıkladı. Bunu yapmak, toprakları tekelci sermayeye devretmek demektir.
Zaten son veriler, bu alanda epey bir mesafe alındığını gösteriyor. Bankalar toprak, arazi ve gayrı-menkul zengini olduklarını açıklıyor. Ayrıca bu yıl açıklanan kurumlar vergisi de bunun kanıtlarıyla dolu. Kurumlar vergisinde ilk beş, bankalardan oluşuyor; Ziraat’ten, Yapı Kredi’ye… Daha önceki yıllarda zirve her zaman imalat sanayi şirketlerine aitken, şimdi zirvede bankalar var. Kısacası üretici köylü, orta ve küçük mülk sahibi köylüler mülklerini tekellere kaptırıyor; üretim ve geçim araçlarını yitiriyorlar. Tarımda zaten egemen olan tekelcilik, şimdi orta ve küçük mülkiyeti tamamen ortadan kaldırmaya, büyük topraklara el koymaya başladı.
Küçük ve orta üretim, mülkiyet, sadece tarımda değil, kentlerde de tasfiye ediliyor. Uzun yıllardan beri süreklilik gösteren bu işleyiş, Covid pandemisinden bu yana, daha da hızlanıp yoğunlaştı. Orta ve küçük boy işletmeler, daha önceki yıllarda borçlarına takla attırarak, bir yerden aldığını başka bir yere vererek, iyi-kötü idare etmeye, ayakta kalmaya çalışıyorlardı. Çünkü işlerin düzeleceğine dair umutları vardı. Bugüne dek arabalarını, evlerini sattılar, birikimlerini kullanarak ayakta kalmaya çalıştılar. Ama deniz bitti, işlerin düzeleceğine dair umutlarını yitirmeye başladılar. Bunun en açık kanıtı ve ilk sonucu, kentlerdeki binlerce küçük ve orta boy işletmenin iflastan önceki son adımı atması, konkordato ilan etmesi oldu. İSO Başkanı konkordato başvuruları karşısında, “bu kadarını beklemiyorduk” diyor.
Küçük ve orta boy üreticiler kırlarda da kentlerde de mülklerini tekellere kaptırıyor; “büyük balık küçük balığı yutuyor.” Her ay binlerce işletme ya konkordato ilan ediyor, ya kapanıyor.
İşçisi, emeklisi, memuru, küçük mülk sahibi kentlisi, köylüsüyle bütün emekçi sınıf ve katmanlar artık eskisi gibi yaşayamıyor, yaşamak istemiyor, eyleme geçiyor. En geriden gelenler, olan bitenle bugüne dek hiç ilgilenmeden kendi işlerine bakanlar, “ekmeğinin peşinden koşanlar” öne fırlıyor, eylemlerin ateşleyicisi oluyorlar. Sokağa çıkan kitleler en yakıcı, en hayati sorunlarını dile getiriyor, çözüm arıyorlar.
Ama hükümetin başı, aynı anda tv kanallarının neredeyse hepsini işgal ederek milyonlarca aç, yoksul emekçiyle adeta alay ediyor, gözlerinin içine bakarak “yokluk, yoksulluk, baskı dönemi bir daha geri dönmemek üzere kapandı, geçmişte kaldı” diyebiliyor. Durumun farkında olan TÜSİAD başkanı sermayeyi aklamak, sorumluluğu başkalarına yüklemek için, açlık ve yoksulluğa dair konuşurken, “sosyal patlama tehlikesi” diyor ve sorunun çözülmesi gerektiğini söylüyor.
Geçmişte hükümet içinde ve bazı kurumlarla hükümet arasında zaman zaman sorunlar çıksa, bunlar zirvede bazı çatlaklara neden olsa da, sermaye sınıfı özellikle büyük burjuvazi tam bir blok halinde hükümetin arkasında durur, ufak tefek bazı eleştiriler dışında hiç sesini çıkarmazdı. Ama şimdi sorumluluğu üzerinden atıyor; doğrudan doğruya hükümeti hedef tahtasına yerleştiriyor. Yarın olabilecek ayaklanma ve isyanlarda dinci partiyi ve hükümeti suçlu ilan edip, büyük sermayenin zeytinyağı gibi suyun üstüne çıkmaya hazırlandığını gösteriyor.
Bu arada, devrim korkusu iliklerine kadar işleyen, önünü göremeyen en büyük tekeller, Sabancı gibi, Koç gibi ellerindeki bazı kurum ve kuruluşları peyder pey satarak sermayelerini yurt dışına kaçırmayı sürdürüyorlar. Bunun en son örneği, Koç Halding’in perakende satış sektöründen sonra Yapı Kredi’yi de satarak bankacılık sektöründen de çekilmeye hazırlanması ve aynı şekilde Sabancı Holding’in çimento sektöründen çekilmesi oldu.
Velhasıl beyaz yakalı, mavi yakalı işçisiyle, emeklisiyle küçük üreticileriyle, gençleri ve kadınlarıyla çok derinden gelen ve bütün toplumu saran bir dalga, tsunamiye dönüşebilecek bir dalga geliyor. Gelen hareket kendiliğinden de olsa, devrimci komünistler buna hazır olmalı; yükselen devrimci kitle eylemlerine, devrimci kitlelere devrimci hedefler göstermeyi başarmalılar. Dinci gericiliğe, faşizme, sermayeye karşı şimdi devrim zamanı şiarı, dönemi karşılayacak temel şiar olarak bugünden öne çıkarılmalı, kitlelere mal edilmelidir.
Özgür Güven