Kendine “sol”, “sosyal-demokrat”, “Kemalist sol” (gerisini siz türetin) diyen “muhalif” basın köşelerini tutan, meclis koltuklarına kurulan, sendikaların, feminist derneklerin başkanlıklarını yapan bilcümle saygılı öncüler, sürekli bir durum tespiti yapmaya çalışıyorlar. Ama ne faşizme faşizm diyebiliyorlar, ne de kapitalizme kapitalizm. Hiçbir şey diyemeyince kurtuluş konusu da durum tespitleri gibi. Ne o ne o...
Kafalarının karışık kuruşukluğu içinde bir bakmışsınız “faşizmin ayak seslerini” duyuyorlar, bir bakmışsınız “bu faşizm değil de nedir?” diye mikrofonlara anın heyecanı ile konuşuyorlar. Ertesi gün nasıl olsa söylememiş olacaklar ve yaşanan yaşanmamış gibi devam edecekler. “Yeni tür faşizm”, “istibdat”, “şeriat düzeni”, “siyasal islam düzeni”, “tek adam rejimi”, “ucube sistem” ve en joker tanım “AKP faşizmi, AKP kapitalizmi”... say say bitmez. Sürekli üretim halindeler. En son Işıl Özgentürk tüm hepsinin karışık kuruşuk kafalarını özetledi.
Bu, “Hiç bilmediğimiz bir faşizm türü” o yüzden “...bu bilmediğimiz bir tür faşizm(le), biz de nasıl mücadele edeceğimizi şaşırmış durumdayız... Hani bir an önce olsa da biz de rahatlasak, nasıl savaşabileceğimizi öğrensek. Çünkü çok alaturka bir faşizm içinde debeleniyoruz.”
Bu sözler pek bildiğimiz bir politik cehalet türüdür. Çünkü faşizm, tekelci egemenliğin en ırkçı, en şoven, en gerici, en baskıcı politik iktidarıdır. Bu yanıyla Komintern’in tespiti hala doğrudur, bilinmez değildir. Devlet tekel bütünleşmesi ile birlikte faşizm, şu-bu parti politikasıyla kalmamış tekelci devletin politikası olmuştur. Sır olmayanı bir sır haline getirme, ayan beyan olanı sisler ardına saklama becerisini nasıl başarıyorlar diyebilirsiniz. Bundan daha iyi bir soru da, bunu neden yaptıklarıdır. Ama her ikisinin yanıtı da müşterek: oportünizm.
Oportünizm en kestirme tanımıyla ezilenden yana görünüp ezilenin kurtuluşuna karşı ezen sınıfla işbirliğidir. Kırk yıllık kurumsallaşmış faşizmin genişlettiği bir cephe varsa o da oportünist cephedir.
Bu saygılı öncüler/aydınlar, son on yıldır papatya falı bakar gibi “faşizm var mı yok mu?”, “Ne tür bir faşizm bu?” (Hadi durmayın söyleyin... Yoksa sadece milliyetçi, ırkçı, şoven olunca...?) demeleri, kendi statülerinden duydukları derin endişedendir. Güvenli liman olarak gördükleri burjuva yasaların, hukukun son on yılda daha bir tarumar olup yıkıldığını görüyorlar. Aslında onların yeni diye gördüğü her şey çöküşün ve çürümenin en üst, en uç noktaya varmasıdır. Statülerini ve düzeni koruma içgüdüsü öyle gelişkin ki, burjuvaziden daha çok “burjuva/kapitalist cumhuriyete” methiyeler düzerek bilemedikleri bir faşizm türüne karşı çıktıklarına inanmamızı istiyorlar.
Işıl Özgentürk, diğerlerinden aşağı kalmayacak biçimde suçluyu hemen buluyor... Suç şu en yoksullarda çünkü demokrasi, cumhuriyet en yoksulların umurunda değildir. Önlerine ekmek/aş koy, ceplerine biraz para, çocuklarına cami imamlığı hem çok yoksul hem çok cahil olduklarından dinci gericilik, ırkçılık, linç kültürü... hiçbiri onlara uzak değil, sünger gibi çekiyorlar.
Peki ama bu en yoksulluk nasıl yaratıldı? Yoksullar, işsizler yok muydu hiç? Cehalet, şeriat seviciliği yeni mi? Yüz yıldır kadınlar aşağılanıp şiddet görmemiş, emekçiler sömürülüp coplanmamış, hapishaneler sürekli dolmamış, işkenceler, adaletsizlikler yaşanmamış, mafya cirit atmamış, ırkçı-dinci saldırı ve katliamları halklar, ezilenler yaşamamış, gençler idam edilmemiş, laisizm pek savunulmuş, fakir daha fakir zengin daha zengin hiç olmamış, kolluk güçleri, meclis ezilenler adına hareket etmiş vb. vb. gibi hayali bir “cumhuriyet” çiziyorlar ve her şeyi AKP’ye yıkıyorlar. RTE “Bizden önce buzdolabı yoktu.” dediğinde mizahın dibine vuruyorsunuz ama ondan önce harika “cumhuriyet” değerleri olduğunu, faşizmin ancak evrenden ibaretliğini söyleyerek ya da ima ederek politik mizah konusu oluyorsunuz. Evet bunların hiçbirisi yeni değil ama AKP kaderini oynayıp her şeyi uçlara taşıdı. Bu saygılı öncüler ona öyle büyük bir misyon biçiyorlar ki, “ AKP kapitalizmi” diye bir kapitalizm keşfinde bile bulundular! Cehaleti suçlayıp kendine uygun cehalet yaratmaktır bu. Neden çünkü korunmak istenen şey aynıdır., tekelci kapitalizmdir.
Faşizmin hangi türü olursa olsun, faşizme karşı mücadele anti-tekelcilikten geçer, devrimci bir mücadele ile, devrimci yoldan faşizm kesin olarak yenilir. Bu teorik politik bir gerçeklik olmasının yanında, halkların deneyimi de bunu göstermiştir.
Peki soralım, nasıl bir faşizm olduğu netleşip rahatladıktan sonra, nasıl savaşacağını, nasıl ne zaman öğreneceksiniz? Çünkü şu an bu bilemediğimiz “Çok alaturka faşizme” karşı tek yaptığınız “sandık başına” çağrısı... “Şuna değil buna oy verelim”. Hesap mı sorulacak, “Haydi sandık gelsin.”... Eylem mi yapılacak, “Ee sandık var, sandığı tehlikeye atmayalım.” Öfkeli misiniz “ Sandıkta gösterin”... Aç mısınız “ Sandık gelecek”... Sokak mı “Aman şimdi provokasyona gelmeyelim”... Sahi belirsiz faşizmle, istibdat falanla itham ettikleriniz de aynı şeyi söylemiyor mu? Hatta daha afili cümlelerle, daha ajite söylüyor. O zaman ne diyeceksiniz? Hani durum netleşip rahatladıktan sonra “Meclisi açalım”, “Meclise girelim”, “Seçim olsun” başka? Hiç! Yani şu anki sözlerinizle “Eylemleriniz” dışında hiçbir şey. Şimdi nasıl mesela devrimcileri, komünistleri ve eylemlerini terör kapsamında görüyorsanız, “rahatladığınız” zamanda da göreceksiniz. Şimdi nasıl sokaktan uzak durulması için çabalıyorsanız, kapitalist sömürü düzeninden başka bir şey olmayan kapitalist demokrasi ve kapitalist cumhuriyetin savunulmasını salık veriyorsanız, o zaman da aynısı olacak. Siz değişmezsiniz ama cehaletinden şikayet ettiğiniz ve kendi cehaletinize uygun bulduğunuz kitleler değişebilir ve değişiyorlar da. Ama sandıkla değil. Sandığın söylediğiniz gibi (ve diğer şeyleri de) bir anlamı olmadığını pratikte görerek. Tüm baskı ve şiddete rağmen, hapislere atılacağını bilerek, işten, sendikasından kovulacağı ya da sendikasının kapatılabileceğini görerek Ankara’ya gidiyor, fabrika önlerini işgal ediyor, yolları çiftçiler kesiyor, okul bahçeleri eylem alanına dönüyor.
Aylar önce D. Zeyrek üstat (!) “hükümeti kurtaran işçi sınıfının sınıf bilinci olmamasıdır” demişti. İşçiler onu yalancı çıkarmak istercesine, sınıfın en gerideki kesimi yeni, mücadeleci sendikalar kurmaya ve eylemlerde boy göstermeye başlamışlardı bile. Oysa işçileri engelleyen sarı sendikalar, oportünist sendika liderleridir. Oysa bu tüm saygılı öncüler/aydınlar sınıfın ileri, devrimci eylemlerinden hep büyük bir tedirginlik duydular. “ 70’lere mi dönüyoruz?” demekten kendilerini alamadılar. Ne vardı 70’lerde? 15-16 Haziran ayaklanması, Tariş ayaklanması, 1 Mayıslar, grevler, gösteriler, toprak işgalleri, gençlerin devrimci çıkışları. Ama siz sonucun bir tanesini görüyorsunuz (o da statünüze dokunduğu için): 12 Eylül! Ya siz işçilerin kazanacağına inanmıyorsunuz ya da kazanmasını istemiyor ama kendi statünüzün de korunabilmesi için onun eylemine ihtiyaç duyuyorsunuz... Tabi ki sınırlı dar, devrimci siyasal bakıştan, bilinçten yoksun olarak. Bu yüzden açık olanı bile bilinmez yapıyor, bir parti, bir kişiyle sınırlı olarak görülmesini istiyorsunuz.
Arada bir bu saygılı öncüler/aydınların söylemek zorunda kaldıkları şeyi biz de söyleyelim. Çürümemiş, çökmemiş hiçbir kurum bırakmadılar. Bunu bu saygılı öncüler, “kapitalist cumhuriyeti, değerlerini kurtaralım.” demek için söylüyorlar. Pek işçi sınıfının ezilen halkların bunda çıkarı ne olacak? Hiç! İşçi sınıfının ezilen halkların çıkarı işçi cumhuriyetidir, demokratik halk iktidarıdır. Faşizm de sömürü sistemi de onların bu iktidarıyla yıkılır, ortadan kalkar. O halde işçi sınıfı bu çürüme ve çöküşte kendi kurtuluşunun imkanını görebilir, görmelidir de. Verilecek mücadele budur.
Sena Kızılırmak