İşçilerin eylemleri her yere yayılıyor. Maaşlarını alamayanlar, ücretleri geçinmeye yetmeyenler, çalışma koşullarının düzelmesini isteyenler, sendikalaştıkları için işten çıkarılanlar, aşağılanmaya karşı koyanlar... Maden, tekstil, inşaat, sanayi... Birçok sektörde işçiler, birbirine benzer nedenlerle cesaretli, yaygın fakat dağınık ve çeşitli biçimlerde eylemdeler. Sorunu yalnızca eyleme geçenler yaşamıyor, henüz eyleme geçmemiş milyonlarca emekçi de yaşıyor. Sadece kol işçileri de değil, teknikerler, öğretmenler, memurlar, çiftçiler, emekçiler...
Sefaletin, işsizliğin, aşağılanmanın, en kötü çalışma ve yaşam koşullarının bu denli büyük, tüm emekçi sınıfları, ezilenleri kapsadığı bir yerde, sendikaların da büyük eylemler, genel grevler vb. örgütlemesi beklenir. Ama sendikalar sermaye sınıfına karşı işçi sınıfının birleşik bir hareketini örgütlemediği gibi, saldırılar karşısında onları yalnız bırakıyor, oyalıyor, herhangi bir sektörün işçisiymiş gibi davranıyor, kendi darkafalılıklarının ürünü olan dar taleplerle kendine eylem yapıyorlar. “Yönetim olarak, vergi adaleti için Ankara’ya yürüyeceğiz!”, “eylem takvimi üzerinde çalışıyoruz...”, “vallahi biz de geçinemiyoruz... miting yapacağız...” Sanki sendika önderlerinin, yönetimlerinin sorunu kendilerine eylem örgütlemek!
Sınıfın örgütünün sendikal önderleri değil de, sermaye sınıfının, sisteminin ve onun politik temsilcilerinin dostları durumundalar, işçilerden daha fazla sermayedarların ve burjuva partilerin zor durumda kalmasından korkuyorlar. Bu eski, köklü sendikaların geldikleri yer sınıf işbirlikçiliğidir. Eylemci işçilerin cesaretinin küçük bir parçası bile yok onlarda. Onlara sorsanız, “işçiler sendikalaşmak istemiyor”, “işçiler bu baskı koşullarında eyleme yanaşmıyorlar”... Gerçekteyse bunlar kendi korkuları. Statükolarını, maaşlarını, konforlu hayatlarını kaybedebilirler, hapse atılıp, tehditler alabilirler. “Değer mi şimdi buna? Eylem, grev yapmak isteyen yapıyor da n’oluyor?” Bu kafa en gerideki işçide bile yok!
Bu durumda, mücadeleci sendikalara, sınıf işbirlikçiliğinden uzak duran sendika şubelerine, temsilcilerine büyük bir sorumluluk düşüyor. Emekçiler önlerindeki engelleri, sorunları el yordamıyla, yeni birlikler kurmaya girişerek, eylemle aşmaya çalışıyor. Bu da sınıfın her şeye rağmen ne denli canlı, devrimci dinamizm taşıdığını gösteriyor. Eylemci işçiler, eyleme geçmemiş olanlara cesaret veriyor. Bu nedenle de küçük, dağınık gruplar olmalarına karşın, karşılarında çok büyük bir güç buluyorlar. Yine de bu onları, haklılıklarına inandıkları mücadeleden geri düşürmüyor.
İşçi sınıfı için mücadele ve eylem kadar öğretici, dönüştürücü, ilerletici hiçbir ders yoktur. Çalışırken olduğu gibi, işçiler, bir grevde, eylemde de birbirinden farklı bilinçtedirler. Eylem bu farklılığı tam kapatmasa da onları oldukları yerden daha ileri götürür ve ileri gitmeye zorlar.
Eylemdeki bazı işçiler şöyle bağırır saldırı karşısında: “Bize neden saldırıyorsunuz? Neden tutukluyorsunuz? Biz sadece ‘ekmek kavgası’ veriyoruz!” Aslında çok saf, samimi bir haykırıştır bu. Çünkü ekmeği azalmış, kendini ve çocuklarını doyuracak, bakacak yeterliliği tükenmiştir. Ortada koca bir haklılık ve masumiyet vardır. Eyleme çıkmıştır. Sorun çok acildir, ivedilikle çözülmelidir. Yıllar süren pahalı ve sonucu lehte olsa bile uygulama garantisi olmayan mahkeme koridorlarına -üstelik adalete de güven yokken- bu iş bırakılamaz. O çalışırken haksızlığa uğrarken, çığlığını, şikayetini duyuramazken, harekete geçmemiş valiler, kolluk güçleri, savcılar bir anda patronun bir sözüyle bir tekmili hazır ola geçer. Yani sınıf bilincinin o zayıf ışığı altında bu “anlaşılmaz” duruma o böyle yanıt verir: “Biz sadece ‘ekmek kavgası’ veriyoruz!”
Eylemin ilk dersi budur. O güne kadar burjuva siyasetçiler tarafından boca edilen eşitlik, haklılık, ekmeğin kutsallığı, adalet, ortak devlet, Müslümanlık, büyüklük… her şey alt üst olur. Bu duvar o kadar dayanıksız, ikiyüzlüdür ki, küçük bir eylem tüm taşları yerinden oynatır. “Ekmek kavgası” da, bu yoksulluğa düşürülmekte, bu şiddete maruz kalmakta, sınıfsal-siyasal bir savaşımın kendisindendir.
İşçiler istediği kadar “ekmek kavgası” biçiminde mücadeleyi sınırlasınlar, patronlar sınıfı (kapitalist burjuva sınıf) için böyle bir masumiyet yoktur. O, bu masumiyet çığlığı atan işçilerden daha saf bilinçli ve siyasal örgütü elinde bulunduran sınıf olarak, ekmek kavgasının kendi ekonomik çıkarına, sınıfsal ve özel çıkarına karşı olduğunu gayet iyi bilir. O sadece işçilerin patronu değildir, herkesin ve her şeyin sahibidir. Tek tek amirlerin, kurumların, siyasetçilerin, partilerin, sistem onundur. Bu nedenle, işçi sınıfı mücadele, eylem olmadan bir tek hak elde edemez, ekmeğini koruyamaz. Bu nedenle, yani sermaye sınıfı ile işçi, emekçi sınıfın karşıt sınıflar olması nedeniyle işçiler sistemle sürekli savaş halinde, çıkar karşıtlığı halindedir. Kapitalizmle, kapitalistle barış-uzlaşı içinde yaşamaya niyetlense bile eninde sonunda onunla savaşı şiddetlenecektir.
Bu nedenle patronlar sınıfı için “ekmek kavgası” öyle işçilerin söylediği gibi “siyaset üstü” değildir. Kaldı ki o iyi bilir; bu emekçiler ordusunun kavgasının, “ekmek kavgası”ndan devrimci kurtuluş kavgasına sıçrayabileceğini, hele devrimci koşullarda bu sıçrama olasılığının nasıl güçlü olduğunu ve böyle bir durumda sahibi olduğu her şeyi (sermaye, üretim ve devlet üzerindeki egemenliğini) kaybedebileceğini...
Bu açıdan bakıldığında, emekçinin zayıf sınıf bilinci karşısında ezenin-sömürenin bilinci bu kavgadaki, savaştaki güç dengesini açığa vurur. Bu kadar çürümüş bir sınıfa, çürümüş bir sisteme işçiler masumiyetlerini inandırmak zorunda değildir. İşçi sınıfı, ezen-sömürücü burjuva sınıftan, onun bakışından, çıkarından, yaşamından, ideolojisinden, politikasından ayrı, ona karşıt bir sınıftır. İşçiler, kapitalistleri, kapitalizmi eylemlerle, “ekmek kavgası”yla döve döve yola getiremez. Onları ancak yenmekle, devrimci mücadeleyle kapitalizmi yenmekle bu durumdan kurtulur, o zaman ekmeğini, geleceğini, yaşamını, kurtarmış olur. Bir krizin geçmesini sabretmesinin de karşılığı yoktur, çünkü, kapitalizmde geçtiği söylenen her kriz, sonrakinde çok daha yıkıcı ve şiddetli yaşanır, krizler kapitalizme aittir. Burjuva politikayı, ideolojiyi durmaksızın, işçilerin kafası bir çöplükmüş gibi boca eden A, B, C partileriyle de bir değişim olmaz. Çünkü onların kaderlerini çizen, sözlerini yazan, rollerini veren sermaye sınıfıdır, kapitalizmle girdikleri ilişkidir. Ahmed Arif’in Adiloş Bebe’ye dediği gibi, “Bunlar engerekler ve çıyanlardır / Bunlar aşımıza göz koyanlardır / Tanı bunları, tanı da büyü…”
İşçi sınıfının sınıf bilinci, güçler dengesi için önemlidir fakat kurtuluş için yetmez. Kapitalist sınıf ve sistemi bunca çürüme, çöküş içinde olduğu halde neden hala ayaktadır? Çünkü karşısında, toplumun siyasal öncülüğünü, devrimci öncülüğünü henüz eline almamış bir işçi sınıfı vardır. Ama o, eylemci, devrimci bir sınıftır. Ve devrimci politik sınıf bilinci yükseldikçe devrimci politik sınıf bilinçli işçiler, sınıfın öncülüğünü aldıkça kurtuluş yeteneği de ete-kemiğe bürünecektir. Bunu başarmak da devrimci işçilere, komünistlere düşüyor. Devrimci işçilere düşen görev ve çalışma budur. İşçi sınıfının devrimci politik sınıf bilinci, devrimci örgütlülüğüyle bu savaşımın güçler dengesi bozulacak, kendisinin ve diğer ezilen toplumsal katmanların kurtuluşunu getirecektir.
Tarih ve devrimci koşullar işçi sınıfından yanadır.
Sena Kızılırmak