Emperyalist-kapitalist sistemin politik temsilcileri, dünya çapında başgösteren salgını, “Made in God” ilan etme peşinde. Oklahoma eyalet valisi, tüm dünya kapitalist ülkelerinin şu veya bu biçimde zaten yaptığı şeyi açıktan dile getirerek, Trumpa’a biı mesaj gönderdi, “salgını mücbir sebep ya da Tanrı işi olarak” ilan etmesini istedi.
ABD başkanlarının -şimdi öğreniyoruz ki valiler de- tanrıyla konuşabilen zamane elçileri oldukları malum! Geçmişte Bush, canlı yayında tanrıyla konuştuğunu, Afganistan ve Irak’a savaş ilan etmesini istediğini belirtmişti. Yakında Trump da, “Tanrı benimle konuştu ve salgın Çin’i mahvetmemiz için tanrının bir işareti” derse şaşırmamak gerek.
Zaten salgın başlar başlamaz bütün dinler, kendi kutsal kitaplarını karıştırıp kıyamet alametlerini, nedenlerini çıkarmaya, hatta Corana’nın daha o zamanlardan bildirildiğini söylemeye başladılar. Kiliseler, sinagoglar, camiler, hemen virüse karşı dualara, ayinlere, televizyonlardan, helikoterlerden şehirleri kutsamaya, biri diğerini dinsiz-düşman ilan etmeye (her biri kadınlar ve LGBTİ’ye ortak nefret dilini kullanarak) ve inanç tazelemeye giriştiler. Ancak salgın, çöküş, savaş tamtamlarıyla ilgili başvurulan sık ve ilk kitap, “Kitabı Mukaddes” oldu. Akademisyeninden, din görevlilerine, siyasetçilere değin, bilcümle sistem savunucularının dilinde benzer cümleler var: “Kitabı Mukaddes’te anlatılanları daha büyük çapta yaşıyoruz!” Yani?? Yanisini vali hazretleri faş ediyor: “Mücbir sebep ya da Tanrı işi!” Beklenmedik mi gerçekten? Ya da aynı yöntemlere aynı hikayelere başvurmak sizi kurtaracak mı sanıyorsunuz?
Tekellerin politik temsilcilerinin ve onlara göbekten bağlı din şuralarının telaşı kapitalizmi ya da kapitalist tekellerden geriye ne kalırsa kurtarmak… o nedenle de eski-yeni tüm tanrısal alametlere ve buyruklara ihtiyaç duyuyorlar. ‘Madde in God’ın yanına “Tanrının sopası” olarak faşizmi de ekleyerek, halkları yeni bir dünya kurmaktan vazgeçirme arzusuyla geçmişin tüm gericiliğine sarılıyor, kendi yıkılışlarını bir kıyamet alameti olarak pazarlamaya çalışıyorlar.
- Çok eski bir hikaye ama…
Sümer tabletleri toprak altından çıkarılıp çözüldüğünde, Kitabı Mukaddes’in kendinden binlerce yıl öncesinin bir derlemesi, uyarlaması olduğu da görülmüştü. Onun, Sümer tabletlerindeki anlatımlardan daha süslü ve kil tabletlerden daha yumuşak, hafif papirüs yapraklarına yazılmış olması -gerisi aynı hikayenin yeni tanrı versiyonuydu- uygarlık çağının yeni tanrısının farkını gösteriyordu. Çok eski bir hikayeydi, bu, her gelen gerçeğin üstüne bir örtü gibi çekilen hikayeyi başka türlü süsleyip öyle anlatıyordu.
Binlerce yıl önce, her şeyi tanrılarla açıklamaya, onların öfkelerinden korkarak hayatta kalmaya çalışan Sümerlilerin ya da İndus yerlilerinin, Kadim Mısırlıların doğa kanunlarına ilişkin ne yeterli bilgileri, ne de gelişkin aletleri, araçları vardı. Fırat’ın, Nil’in, İndus’un kıyıları boyunca yerleşmiş bu eski halkların, nehir yataklarının yer değiştirdiğinden, iklimin ısındığından, denizlerin yükseldiğinden haberleri yoktu. Bu tarihi deneyimleri birbirine aktaracak masallaşmış tufan anlatımlarından -ki onlarda tanrı işi olarak- başka ne vardı ki… Yerleşik hayata geçebilmenin olanaklarını yarattıklarında bilmedikleri hastalıkları da yaratmışlardı. Ve peşlerini bırakmayan bu kötü ruhlu hastalıklar için şifacıların dansları, tütsüleri, bitki ilaçlarından başka korunma yolları da yoktu. Hem doğa karşısında, hem de yeni düzen özel mülkiyetin tanrılarının kral çocukları karşısında o kadar güçsüz ve korunaksızdılar ki, bu halleriyle nasıl da masumdular; insanlığın çocukluk döneminin masumiyeti, bilinmezliğiydi her şeyi tanrılara yormak ve tanrısallaştırmak…
Sümerliler için insanın varlığı tanrıların doyurulması ve yüceltilmesi içindi. Ve aynı inanış tanrı çocuğu krallara da gösteriliyordu… Ne zaman, neye kızacakları hiç belli olmayan tanrıların öfkeleri, birbirleriyle tutuştukları kavgalar sonucuydu. İnsancıkların yaşadıkları hastalıklar, kıtlıklar, savaşlar ve tufanlar… Sümer halkı kendilerine kızıp şehirlerini koruyan tanrı/tanrıçıların onları terketmesinden korkuyor, memnun etmek, öfkelerini dindirmek (salgından, kıtlıktan, tufanlardan uzak olabilmek) için daha fazla adak sunuyor, ibadet ediyor, ziguratların ambarlarını buğdayla, arpayla dolduruyor, daha fazla köle bulup tapınakların hizmetine veriyorlardı. Acıması pek az olan tanrılar, tanrılardan da acımasız ve doyumsuz krallar tanrı olurken, her gelen bütün buyrukları ve kanunları kutsal özel mülkiyetin kasıklarından çekip çıkarıyordu. İşte bu kanunlara göre köle hep köle, kral hep kral kalacaktı. Tanrılarla kralların ortaklığı başlamıştı.
Yazılı tarih, bir tanrılar tarihi değil, sınıflar savaşımı tarihiydi ama ne tabletler, ne kutsal kitaplar bu gerçeği anlatıyordu. Hatta geçmiş bile belli belirsiz, sisler arasında kalıyordu. Unutulmuş geçmişin izleri tanrıların hayatlarında bozulmuş masallarda saklıydı yalnızca… Sonunda herkesin olan toprak, herkesin olan tapınak ambarları, ahırları özel mülkiyetin yasalarıyla artık kralların ve rahiplerin mülkiyetine geçmeye başladığında, ezilenler de öğrendi; doyumsuz ve acımasız tanrılardan daha doyumsuz ve acımasız tanrı çocuğu kralların bir tufandan daha beter belalar getirdiklerini…
Köleler iyi kölelik hizmeti yapamaz, o gün hasta olup çalışamaz, hatta ölürlerse borçlu oluyorlardı. “Ölmüş işte, ne borcu ki bu?” demeyin, bankalara borcunuzu, şirketlerle yaptığınız o küçük yazılı anlaşmalarınızı hatırlayın yeter. Ancak bir teselli olacaksa eğer, tanrılar konusunda daha şanslı sayılırsınız, çünkü; o zaman köle öldüğünde öte dünyada yine köle, kral öldüğünde kral olmaya devam ediyordu. İşte sonraki kitapların müjdeleyebildiği en büyük devrim buradaydı: Öte dünyada köle olmayabilirdiniz! Ama hiçbiri bu dünyada uyulması gereken özel mülkiyet düzeninin kaidesi olarak, “kölesin sen köle kal” ya da “ücretli köle/işçisin sen işçi kal”ı, değiştirmiyordu.
Önceleri Sümerliler köleleri “tarım bilmeyen” dağlı kabilelerden elde ederken, sonrası onlarla aynı “kaderi” paylaşıyordu, ağır vergi yükleri, tapınak haraçları altında borç batağında bazen kendileri, bazen çocukları efendilere köle oluyordu. Gün geliyor ölülerini bile gömebilmek için memurlara haraç ödemekten yoksullaşıyorlardı. Böylece tarihte ezen-egemenlere karşı isyan bayrakları da açılıyordu. Bu da, ezen-egemenlerin, ezilenlerin öfkesinden paylarına düşen bir “kader”di. Ve Sümer tarihinde bilinen ilk reformcu rahip-kral Urukagina, ambarlar doluyken açlık çeken, ahırlar doluyken urbasız kalan, atölyeler işlerken sefil düşen Sümer halkının isyanını bastırmak, devleti kurtarmak için, en eski, en güçlü tanrı ve tanrıçaların adalet düzenini geri getirmek adına, tanrıça İnanna tarafından seçildiğini ilan etti. Fakat tapınak rahipleri ve krallar bu zenginlikleri neden paylaşacaklardı ki, tanrı tarafından verilen mülkiyet haklarından, tahttan neden vazgeçeceklerdi? Böylece ezilenler ikinci büyük öğrenimi edinmişlerdi. Sınıflar savaşımında ezenle-ezilenin barışı yoktu. Kötü kurumları adaletli kalmaya, kötü aç gözlü memurları yola getirmeye çalışmak faydasızdı. Reform ancak zincirlerin biraz gevşetilmesiydi… Ve tanrılar hep efendilerin saraylarında, ezilenlerin ruhları için itaat zincirleri dövüyorlardı…
Tanrıları ve tanrıçalarıyla birlikte ziguratlar, pirametler çoktan insanlığın hayatından çekip gittiler. Sınıflar savaşımında tarih artık bir nihayet evresine geldi. Sanayi çağının yeni ezilenleri işçi sınıfı, tüm ezilenler adına tarihin bu dönemine son verebilecek koşullara ulaştı. Sanayi çağının efendileri ise, bugüne kadar insanlığın yarattığı tüm zenginliklerden daha fazla yaratılan zenginliğin sahibi olurken, insanlığı ve doğayı da tüm zamanlardan daha fazla yıkıma uğratmakta…
Geçmiş sarayların yerine gelen modern saraylar, gökdelenler, bankaların, iletişim şirketlerinin aynalı binaları… hepsi birbirinden görkemli ve yüksek teknolojiyle donatılmış halde hayatlarımızın ortasında kanserli hücreler gibi saldırmakta… Biz hala madenlerde bülbülün geri gelişini beklerken, maden sahipleri bulutlara uzanan tonlarca çeliğin, betonun aynalı pencerelerinden, Olimposlu bir tanrı gibi şehre şatafat içinde tepeden bakmaktaydı. Kasalarda biriken milyar dolarlar ve uzaya fırlatılan yüksek teknolojili roketlerden bize kalan “kağıt maskeler”dir yalnızca… Depolar tıklım tıklım metalarla dolu, silolar buğdayla, tarlalarda ürünler, ağaçlarda meyveler iyi alıcı bulamadığı için çürümeye bırakılıyor… Ve milyonlarca insan o büyük zenginliğin ortasında açlıktan ölmeye terk ediliyor…
Salgın sırasında emlak fiyatlarının en çok arttığı yer okyanus adaları olduğunu bildiriyor haberler… Multi milyonerler ailelerini özel jetleriyle buralarda “karantina”ya alıyorlar. Suudi krallardan kimileri Alplerde çok yıldızlı otelleri haremleriyle birlikte kapatarak “EvdeKal”ıyorlar! Konaklarda, geniş bahçeleri köşklerde, her şey hizmetlerinde, zengin sofralar, şişkin banka hesaplarıyla “hayat eve sığar”ken, küçük, rutubetli odalarda, karın gurultularımızla, işsizlik kabuslarımızla biz dünyaya sığmıyoruz. Ve buna utanmazca “virüsün eşitliği” diyorlar, bu olsa olsa yıkımın isyan çağrısıdır.
“Ölmek hürriyetiyle hür” kılındığımız “bir hazin hürriyet”te ölüm nedenlerimiz bile kayıtlara doğru geçmezken, ‘sosyal devlet’ safsatalarından payımıza hiçbir anlamı olmayan uyduruk maskeler dağıtılıyor diye “büyük devlet”e inanmamız istenirken, işsizliğin ve açlığın korkunç anaforunda tekellerin korunması ve yüce çıkarları için her türlü tedbirler alınır, “köftehorlar” sevinç içinde hükümetleri alkışlarken, bizim de bu alkışa katılmamız için rahipler ve imamlar hep bir ağızdan bize seslenir: “Tanrına dua et evladım! Sakın şeytanın iğvasıyla isyana kalkışma! Öte dünyayı düşün!”
Onlar Sümer’in de dahil tüm gaddar tanrılarını ve tarihin tüm despot, ölümcül gericiliğini üstlenerek gelsinler –bu halleriyle ne kadar da çaresizler-, biz, ne henüz bir şey bilmeyen, deneyimsiz Sümer halkıyız, ne sonraki toprak kölesi köylüler; biz hepsinin deniyimini üstünde toplamış, tarihin bu akışına son verecek, tek devrimci sınıf proletaryayız, devrimci halklarız. Yeni özgür dünya; sınırsız, sınıfsız, sömürüsüz dünya ezilen büyük insanlığın yapımı olacaktır. Ve hiçbir “tanrı işi” tekellerin yıkılmasını durduramayacaktır.
Biliyoruz sosyalizm, yalnızca yıkılmış şehirleri, boşaltılmış bankaları, açlığı, yoksulluğu devralmayacak… katledilmiş doğayı, çoraklaştırılmış, zehirlenmiş toprakları ve nehirleri de devralacak… insanlığın en büyük varolma savaşını, yeniden inşa etme savaşını da devralmış olarak, bir döneme kesin olarak son verecektir. 4.5.2020
Sena Kızılırmak