Dün Küçükçekmece Adliyesi’nde farklı bir duruşma vardı. Bir o kadar da alışıldık bir duruşma. Bir adamın, 6 dakika boyunca bir yavru kediyi tekmeleyerek öldürdüğü, 6 dakika sonra da kanlı ayakkabılarını temizleyerek çıkıp gittiği için yargılandığı bir duruşma...
İlk başlarda 3-5 hayvanseverin öfkesinden öte bir tepkiye yol açmadı. Öyle ya, tekmelenerek öldürülen gençlerin olduğu bir ülkede bir sokak hayvanının canı ne kadar değer taşıyabilir ki... Her sefer olduğu gibi tepkilerin sosyal medyada büyümesi, komşularının, hayvanseverlerin kedi “Eros”un katledildiği sitede, katil adamın evinin önünde “Mahallemizde katil istemiyoruz” diye eylemler yapmasının ardından katil gözaltına alınsa da, 1,5 sene hapis cezası verilerek serbest bırakıldı. Ancak bu defa da cezasızlık, hayvanları “mal” olarak görme, cezaların “mala zarar verme” maddesine göre verilmesi, öfkeyi büyüttü. Katil dün bir defa daha yargılandı. Adliye “Eros için adalet” isteyenlerle doluydu. Hayvansever örgütlerden birinin avukatının savunması ise oldukça çarpıcı idi: “4 dakika 4 saniyedir konuşuyorum, ne kadar uzun geldi. Ama Eros hala tekmelenmeye devam ediyor...” Sonuç olarak minik bir kediyi acımasızca katleden caniye verilen ceza 2 katına çıkarıldı, yurtdışına çıkış yasağı verilerek sokağa salındı...
Hemen her gün bir kadının, hatta kimi günler birkaç kadının katledildiği, öğrencilerin yurtlarında öldüğü, onbinlerce çocuğun yetersiz beslendiği coğrafyamızda, küçük bir sokak kedisinin ölümünün değeri neredeyse hiç yok belki de. Dört bir yanımızda savaşlar devam ederken, ekonomik krizin her geçen gün her birimizin daha da boğduğu, işsizliğin, eğitim sorunlarının artık deyim yerindeyse gırtlağa kadar gelip dayandığı günlerde, bir taraftan da dudak uçuklatan dolandırıcılık vakaları, çocuk-kadın-hayvan istismarları ve katliamları...
Her geçen gün “daha da ötesi olamaz” dediğimiz olaylarla karşılaşıyoruz. Sokaklarda, toplu taşımada şiddet olayları en sıradan olaylar halini aldı. Haberlerde karşımıza çıkan dolandırıcılık ve vurgunlarda telaffuz edilen rakamlar milyon dolarlarla hesaplanıyor. Her gün kadın katliamı, çocuk tacizi-tecavüzü haberleriyle beynimizden vurulmuşa dönüyoruz. Hemen her güne birkaç işçi cinayeti haberi sığarken, ölenlerin çoğunun çalışmak zorunda bırakılan emeklilik çağında yaşlı işçiler ya da çalışmaya mecbur edilen çocuk işçiler oluşturuyor. Göçmenlere yönelik nefret söylemleri ve saldırıları alabildiğine sıradanlaştı. Madenler için, santraller için doğaya verilen zararlar ise onyıllar boyu çaba gösterilse geri getirilemeyecek düzeyde...
Tüm bunların sıradanlaştığı vakayı adiyeden sayıldığı bu olayların yanında, minik bir hayvanın katledilmesi en basit olaylardan. Çürüme her yerde, toplumun her yerinde, her alanında. Ekonomik yapının (alt yapının) alt üst oluşu, üst yapıyı da yerle bir ediyor. Rosa’nın “Ya Barbarlık Ya Sosyalizm” dediği çağdayız. Yaşanan ekonomik çöküş, yoksulluğun derinleşmesi ve orta sınıfların da yoksul tabakaya katılmasını sağladı. Ekonomik çöküşün ayrıntılarına girmeyeceğiz. Ancak tüm dünyada kapitalist sistemin bu kadar hızlı bir çöküş içerisine girmesi, hukuk, siyaset, eğitim, din ve ahlak gibi üst yapıyı da sarstı ve hızla çöküş eğilimine soktu. Sonu olmayan bir eğik düzlem üzerinde insanlık yuvarlanıp gidiyor.
Bu çürüyüş ve çöküş, dünyanın hemen yer yerinde yaşamları çekilmez hale getiriyor. Ekonomiyi düze çıkarmanın en iyi yolu olan savaşlar tüm dünyayı savaş alanına çevirip, binlerce kişiyi katlederken, yüzbinlercesini de yerlerinden edip, dünyanın dört bir yanı doğduğu toprakları terk etmek zorunda kalmış göçmenlerle dolduruyor. Onları da bir taraftan ucuz iş gücüne dönüştürürken, diğer taraftan yerli halklarla aralarına nefret tohumu ekip, halkları bir de böyle birbirlerine kırdırarak iktidarlarını sağlamlaştırıyor.
Kadınlara, çocuklara, hayvanlara yönelik şiddet, taciz, tecavüz, istismar vakaları cezasızlıkla ödüllendirilirken, gerekçeler genellikle gücünün yetebilmesi ve “sahiplenme” oluyor. Bir hayvanı öldürmenin cezası ülkemizde her nasıl “mala zarar verme” ile ölçülüyorsa, kadın cinayetleri de aynı mantıkla (ve neredeyse aynı ceza ile) gerçekleşiyor. Erkekler, “Mülkiyetlerinden” çıkarmak istemedikleri yahut “mülkiyetlerine” alamadıkları kadınları katletmekte en ufak tereddütte bulunmuyor ve “iyi hal”leriyle ödüllendiriliyorlar.
Doğanın değeri de bir “yaşam kaynağı” değil, “eşya” niteliğinde. Sembolik olarak ücretini ödediğiniz bir toprağa, akar suya, ağaca, ormana her istediğinizi yaparsınız ve doğacak zararın, gelecek olan kazancın yanında lafı bile edilmez. Yanı başımızda süre giden savaşlarda gerek açlıktan, gerek ateşli silahlarla, bombalarla, enkazlar altında kalarak öldürülmesinin yanı sıra, bundan kurtulmak isteyenlerin de göç yollarında gerek bombalar altında, gerek açık denizlerde yok olup gitmeleri çok sıradanlaşmış olaylar halinde. Bunlar yetmez, acılar yarıştırılır. Yaşanan vahşete isyan edenlerin karşısına, hemen başka bir acı konur. Bu halkın katledilmesine isyan ederken şu halkın katledilmesine ses çıkarmıyorsun, kedinin öldürülmesine isyan ederken kurbanda kesilenlere ses çıkarmıyorsun gibi nefret söylemleri ile acılar yarıştırılır, kitleler karşı karşıya getirilir. İstenir ki hiç kimse hiçbir şeye ses çıkarmasın. Buna sustuysan buna da susmalısın. Hangi acı daha acı, hangi acı daha büyük, hangi haksızlık daha haksız... En haksız kimse onu bekle, en acı olayı yaşayana kadar bekle ki ona ses çıkar.
Daha yaşanacak acıların sonu gelmedi... Yuvarlandığımız eğik düzlemin en dibine gelmedik daha. Endişelenme, dibin de dibi vardır ve çürümenin de sonu yok.
Eve, Rosa’nın “Ya Barbarlık...” dediği çağdayız. Bunun ötesi yok... İlk çağ kanunları ya da orman kanunları diye adlandırsak bu çağı, o da olmaz. İlk çağın-ilkel dönemin de, orman kanunlarının da bir kanunu, bir sınırı-çerçevesi var. Ancak çürümenin ve yozlaşmanın sınırı yok... O yüzden tek çare “Sosyalizm” diyoruz.
Sibel Deniz