Anaerkil dönemde, kadının doğurganlığına yüklenen anlam, kendini, ana tanrıça heykellerinde büyük kalçalar, kocaman göbek ve dolgun göğüsler olarak ifade etmiştir. O dönemin insanı için güzelliğin simgesi olmuştur. Ataerkil düzene geçişle birlikte, şu anda bize vahşi görünen maskeler, yüzlerini ve vücutlarını boyamaları, o dönem insanı için güzelliğin ölçüleriydi. Maske takarak, vücudunu boyayarak, doğada güzel olarak gördüğü nesnelerle özdeşleşmeye çalışıyordu. Gerçek-olanın ideal-olana yaklaştırılması vardır burada. Feodalizmle birlikte insan güzelliği Hıristiyanlığın da etkisiyle, günah, bayağı, çirkin görülmüş, insanın manevi yanı, öte dünyaya erişme çabası, güzelliğin simgesi olmuştur. Rönesans’la birlikte, Ortaçağın bu karanlık yanı yıkılmıştır.
Her çağ, gerçek dünya denildiğinde kendi ideallerine, sınıfsal çıkarlarına uygun bir dünya tasarlamıştır. Onun için, güzel-olan her çağda, o çağın egemen olan sınıfının ideallerine uygun olmuştur. O nedenle güzel-olan sürekli değişmiştir. İşte tam da bundan dolayı güzel-olanın mutlak yasalarını arayanların çabaları sonuç vermemiştir. Çünkü güzel-olan tarihçe koşullanmış ve tarih değiştiğinde değişime uğramıştır. Şunu da belirtmek gerekir ki, aralarında büyük ayrımlar olmasına rağmen, Rönesans ile Ortaçağ, Ortaçağ ile antik çağ anlayışında ortak olan bir yan vardır, o da insanın çalışmasının dışında ele alınmasıdır. İnsan ne kadar çok çalışmadan soyutlandıysa o kadar güzel olarak algılanmıştır. Onlara göre, insanı bayağılaştıran, çirkinleştiren, insanlıktan çıkaran şey çalışmaktır. Ancak toplumcu sanat anlayışı, bu köklü anlayışı aşabilmiş, emeği, çalışmayı yücelterek, estetik bilinçte büyük bir değişim yaratmıştır.
İnsanda olduğu gibi, doğada da güzel-olan, gerçek-olanla ideal-olanın birbiriyle uygunluğudur. Doğada var olan bir şey eğer insanın ihtiyaçlarına yararlı ise güzeldir, değilse çirkindir. Aslan’da gördüğümüz güçlülük, bizi ona güzel dedirtirken, Çakalın çıkarcılığı, onu bizim gözümüzde çirkin yapar. Bir insana aslan gibi delikanlı dediğimizde, onun yiğitliğine vurgu yaparken, çakal gibi adam dediğimizde o insanın çirkin yanına, çıkarcı yanına vurgu yaparız.
İlk Çağ insanı hiç manzara resmi yapmamıştır. Onların sanatı dediğimizde hepimizin hemen aklına gelen, mağara duvarlarına çizilen hayvan figürleridir. Oysa o aynı insanlar, doğadaki birçok olaya tanıktılar. Onlar güneşi, bulutları, gölleri, ağaçları da görüyorlardı, ama estetik bir değer olarak hayvanları çiziyorlardı. Ne zamanki tarım gelişti, işte o zaman doğanın diğer güçlerini estetik olarak algılamaya başladı İlk Çağ insanı, İlk Çağ sanatçısı.
Hıristiyanlıkla birlikte dünya küçümsenerek öte-dünya kutsanmış, cennet yüceltilmiştir. İnsanların yeryüzündeki güzelliklerden zevk alması şehvet olarak kabul edilmiş, dünyasal-olandan tiksinti duyan insanlar, öte dünyaya yöneltilmiştir. Rönesans’la birlikte, güzelliğin, öte dünyada olduğu görüşü aşılmış, yeryüzü güzelliği öne çıkarılmıştır. Toplumcu düzenle birlikte doğayı dönüştüren, tekniği egemenliği altına alarak, doğayla uyumlu hale getiren insanın gözüyle bakılmıştır doğaya.
Nesneler dünyasında güzellik-çirkinlik sorununa da aynı şekilde bakabiliriz: Güzel-olan ile ideal-olanın uyumu birbiriyle uygunluğu. Nesneler insan eliyle yaratılırlar, o nedenle güzelliğini buradan alır. Bir nesne yaratılırken, kendi amacına ne kadar uygun yaratılıyorsa o kadar güzeldir. Yuvarlak değil de kare biçiminde yapılacak bir top bize güzel gelir mi? Nesnelerin güzellik kaynağını ustalıkta buluruz. Güzelliği yaratan şey ustalıktır. Kagan, demek ki diyor, “Ustalık insanların kendi yarattıkları nesnelere biçimce en yüksek dereceden bir iç düzenlilik verebilme yeteneği, yani biçimleşmiş olanı biçimlenmiş-olana, biçimsiz-olanı yapıca organlaşmış olana, düzene konmamış olanı düzene konmuş olana dönüştürebilme yeteneğidir. Ustalığın ölçütü, yapıp ortaya konan bir nesnenin, kendi pratik işlevini başarıyla yerine getiriyor olması değildir yalnızca ayrıca vazgeçilmez olarak, o nesnenin biçimsel yapısı, dış görünüşü biçiminde ustalığın bir ölçütüdür.”
Peki, sanatta güzellik-çirkinlik dediğimizde ne anlamalıyız? Sanat, doğanın, insanın, nesnelerin güzelliğini yeniden yaratır. Bir sanat yapıtının mutlaka estetik bir değer taşıması gerekir. Eğer bu değer yoksa o sanat eserinin zihinsel, eğitsel, ahlaksal, bilgisel açıdan yarar sağlamasını beklemek hata olur. Sanatta öz ve biçim arasındaki diyalektik ilişki sorunu da buradan kaynaklanmaktadır.
Bir sanat yapıtı, eğer güzellik açısından insanlara sevinç vermiyorsa, bir sanat eserinden beklenen zihinsel, eğitsel, bilgisel değerlerini de insanlara ulaştıramaz. Buradan bir sanat eserinin yalnızca estetik haz vermesi gerekir sonucunu çıkarmamak gerekir. Sanatta öz ve biçim sorununa daha sonra geleceğimiz için bu konuyu fazla açmadan burada bırakalım. Sanat yalnızca dünyamızda güzel olan nesneler ve onların görünüşleriyle yetinemez. Sanat aynı zamanda çirkin-olan ile bayağı olanı da yeniden yaratır. Ama bu yaratımda anlatılan çirkinlik bile olsa onda güzellik olmalıdır. Güzel-olan bir şeyi yeniden yaratırken, sanat, insanda sevinç duygusunu daha da yükseltmelidir. Çirkin-olan şey ele alındığında dahi, güzel-olanda anlatılmak zorundadır. Çöküşme sanatı denilen burjuva sanatı çirkin-olanı yadsımak bir yana, olumlamıştır. Burjuva kültürün yaşadığı derin bunalım ve çürüme, çirkin olandan haz duyulmayı getirmiştir. Salvador Dali’nin resimleri buna bir örnektir. Dali, çirkinliği ustalıklı bir incelikle çizmiştir. Çöküşme sanatında çirkin-olanın estetikleştirilmesine karşı toplumcu-sanatta çirkin-olanın ortadan kaldırılması vardır.
Sanatta güzellik-çirkinlik sorununa kısa bir girişi yaptıktan sonra, bu konuyu daha geniş incelemek üzere diğer sayımıza bırakıyoruz. Ayrıca estetik değer kategorisine giren yüce-olan ile aşağı-olan, trajik-olan ile komik-olan, estetik-olan ile sanatsal-olan arasındaki ilişkiyi de diğer sayımızda ele alacağız.
ÖNSÖZ, 5. Sayı, Güz, ‘06