Lenin, Ekim devriminden hemen sonra, yarattıkları devrimin büyüklüğüne, onun özüne ve biçimine uygun, “anıtsal propaganda” planını hazırlayarak, yeni toplumun, Sovyet toplumunun ruhuna ve estetiksel gereksinimlerine en uygun düşecek olan görsel sanat biçimini anıtsal eserlerde gördüğünü belirtiyor. İşte yan sütunda bulunan gençlik heykeli bu anıtsal esere bir örnek oluşturuyor? Bu heykele baktığımızda; tıpkı yan sütunda bulunan Sovyet gençlik heykelinin (Önsöz dergisine baktığınızda “aaa ben bu heykeli tanıyorum” diyeceksiniz.) bize yansıttığı, dünyayı değiştirme eyleminde başarılı olmuş bir halkın gençlerinin kendine güvenini, kararlılığını, güçlü ve sağlıklı yapısını hissettiğimiz gibi. Böylesine büyük eylemlere girişmiş bir insanı anlatırken ya da çizerken onu, ürkek bakışları olan, omuzları çökmüş bir şekilde yansıttığımızda, böylesine devasa bir eylemde bulunmuş bir insanı hiç anlamadığımız, onun gerçekliğine nesnel yaklaşamadığımızın ifadesidir.
Hitler faşizmi döneminde yapılan, faşizme güzelleme olan birçok eserde de yücelik duygusunu hissederiz. Ama burada yüce-olan güzel-olan değildir. Onun karşısında insan kendini güçsüz ve çaresiz hisseder. Ona hiçlik duygusu verir.
Yüce-olan, bizim üzerimizde güçlü bir etki bırakmaktadır. Alışılmadık oluşuyla, her gün günlük yaşamda karşılaşamayacağımız olgular oluşuyla, görkemli oluşuyla şaşkınlık yaratır. Genel geçer davranışlar değil, kendimizde dahi çoğu zaman karşılaşmadığımız yanlarından dolayı, bizde, aynı zamanda hayranlık uyandırır.
Gerçekçi sanat, yüce-olanı yaratırken, göklere çıkarılan tanrının gücü karşısında ezilen insanın değil, gerçek insanın yüceliğini ortaya çıkarmıştır. Onun amacı insanı kendi insansal gücüne inandırmaktır. Gerçekçi sanat, dünyayı değiştiren gücün, tanrının dokunan eli, köle sahibinin kırbacı, feodal beylerin toprakları, kapitalistin parası değil, insanın kendisinde olduğuna ikna etmeye çalışmıştır. Gerçekçi sanat, yarattığı yüce kahramanlarla insanları onlar gibi olmaya özendirmeyi hedeflemiştir. Bu arada bu kahramanlar verilirken, asla idealleştirme, tanrısallaştırma boyutlarına vardırılmadan yapılması, insanın tıpkı tanrının gücü karşısında ezilmesi gibi, yaratılan kahramanların insanı ezmemesi gerçekçi sanatın yöntemi olmalıdır. Tabi bu arada yalnızca kahramansı olanı vermek yaşamın çeşitliliğini yadsımak olacağından eksik bir yaklaşımdır.
Burjuva toplum, parayı tek değer yaparak, çirkin-olanın ve aşağı-olanın estetiğini yaratmıştır. İnsanlar arası dayanışmayı temel alan toplumcu düzen ise güzel-olanın estetiği ile yüce-olanın estetiğini geçirmiştir. Burada tabi aynı zamanda çirkin-olan ile aşağı-olanda vardır ama bunlar insanın temeli olarak değil, geçmiş sistemden kalan özellikler olduğu ve aşılabileceğini göstermesiyle ayrılır. Burjuvazinin eylemlerini harekete geçirecek tek ideal, kar peşinde koşmak, bencil çıkarlarını korumaktı. Bu durum burjuva toplumda estetik bilince büyük bir darbe vurmuştur. Zenginleşme hırsını şiirselleştirebilecek durumda değildi hiç kimse. John Ruskin’in dediği gibi “İnsan yitirdiği bir aşk için şarkı söyleyebilir, ama kaybettiği parası için asla!”
İnsanlık yüzyıllardan beridir birçok sorunun yanında, şu sorununda cevabını aramış durmuştur; insanlardaki kötülük nereden gelmektedir? (Dini söylemde kötülük şeytan, iyilik tanrıdır.) Kapitalizmle birlikte dinsel yanılsamalar yıkılınca kötülüğün kökenlerinin nereden geldiği sorulmaya başlanmıştır. Bu noktada eleştirel gerçekçiler ortaya çıkar.
Kapitalizm, sanatı nasıl yüce değil de bayağı bir içerikle beslemek zorunda kalmışsa, toplumcu düzende sanatsal yaratımları öylesine sahici yüce düşüncelerle donatmak zorunluluğunu getirmiştir.
Schiller bundan yıllar önce, paranın kendini henüz yeni yeni ifade etmeye başladığı dönemde, çok yerinde bir belirleme yapmış, sanatın “yerlerde nasıl süründüğünü” ifade etmiş, “toplumsal bir yüreğin çarpmadığı yerde” sanatın nasıl yerlerde süründüğünü görmüş ve kendine şu soruyu sormuş; “İnsan bu duruma nasıl geldi, nasıl çıkacak?”
ÖNSÖZ, 7. Sayı, Bahar ‘07