Olağandışılığın, yaygın deyimle, “yeni normal” olduğu şartlarda, bir yaz nasıl olağan dışı olabilir ki! Ama oluyor, olacak!
İçeride ve dışarıda gerçekten altüst edici gelişmeler yaşanıyor. Bir yandan yaşlı dünya direksiyonu kilitlenmiş, freni boşalmış bir kamyon misali büyük yıkım savaşına koşuyor. Sırbistan başkanı Vucic’in açıklaması, tüm dünyanın hızla uçurumun kenarına sürüklendiğinin yetkili bir ağızdan dillendirilmesi bakımından sarsıcı: “Üçüncü dünya savaşından söz edemem ama büyük bir çatışmadan söz ediyorum. Ne kadar uzaktayız? Bundan çok uzakta olmadığımıza inanıyorum. Üç ya da dört aydan fazla değil ve bunun daha önce gerçekleşmesi tehlikesi de var”
Benzer, hatta çok daha ürkütücü açıklamalar, özellikle NATO içindeki “aykırı sesler”den uzun süredir duyulmaktaydı. ABD-NATO liderliğinde tüm emperyalist cenahın dünyayı büyük bir savaşa sürüklediği, Ukrayna (ve yakın gelecekte Tayvan ve Kore) sahasının emperyalistlerle Rusya’nın (daha geniş olarak Çin, demokratik halkçı yönetimler ve sosyalist ülkelerin) doğrudan çatışmasına evrileceği uyarıları, bizzat AB ve NATO içinde Orban, Fico benzeri yöneticiler tarafından dillendiriliyordu. Dün ise Stoltenberg “güçlü caydırıcılık potansiyeline sahip olduğunu dış dünyaya göstermesi gereken ittifakın, nükleer varlıklarını depodan çıkarıp kullanıma hazır hale getirmesi konusunda görüşmeler” diyerek, emperyalistlerin bir nükleer savaşı dahi göze aldıklarını veya bu yönde güçlü bir eğilimin olduğunu açıklamış oldu.
Emperyalistlerin büyük bir yıkım savaşını başlatmaya istekli olduklarını, uzun süredir dile getiriyoruz. Bu eğilim, uzun süredir olgularla desteklenen açık bir politik ajanda halini almıştır. Ortalığa saçılan olgu sayılamayacak kadar çok. Emperyalistlerin bu yıkıcı savaş için istek ve çabası, karşıt eğilimlerle şu ya da bu oranda dengelendi bugüne kadar. Gerek dünya genelinde işçi ve emekçilerin yükselen antikapitalist, antiemperyalist mücadelesinin yarattığı baskı, gerek emperyalistlerin karşısında duran Rusya-Çin’in başını çektiği ve sosyalist ülkelerce de güçlendirilen cephenin askeri-politik ağırlığını koymasıyla, neredeyse bir yazgı kesinliğinde olan savaşın önü şimdiye kadar alınabildi. Bu etkenler, kendi karşıtını hem besleyen, onu yaratan, hem ona engel olan çelişik bir rol oynuyor.
Emperyalistleri büyük bir yıkım savaşına zorlayan etkenler, tam da aynı zamanda onu bu savaşı bir an evvel başlatmaktan alıkoyan bu etkenlerdir.
Sistem tıkandı. Çöküyor. Kapitalizmin bu dinamikleri işçi ve emekçileri mücadeleye itiyor. Kapitalizmi aşma doğrultusundaki bu mücadele de sistemin krizini ve çöküş sürecini derinleştiriyor. Emperyalistler bu süreci durdurabilmenin, en azından yavaşlatabilmenin yolu olarak büyük yıkım savaşını başlatmayı görüyor. Ama antikapitalist toplumsal devrim güçlerinin baskısı, sermaye sınıfının, böyle bir savaş sonrası sistemin tümden yıkılacağını düşünmesine sebep oluyor ve haliyle savaş eğilimlerini frenliyor. Ne var ki bu, aynı toplumsal devrim baskısı, emperyalist sermayede, devrimin ancak böylesi bir büyük savaş ile ezilebileceği, sistemin tek kurtuluş yolunun bu olduğu düşüncesini bir politika düzeyine yükseltiyor. Sonuçta kendi kuyruğunun peşinde dolanan çözümsüz bir çelişkinin tam ortasına yuvarlanmış oluyoruz.
Bu çelişik sebep-sonuç girdabında ibre, her geçen gün yıkım savaşına doğru dönüyor.
Yarınsız, geleceksiz bir sınıfın tüm gelişmeyi, tüm yaşamı durdurma çabasından başka bir şey değil emperyalist burjuvazinin bu umutsuz yıkıcı çabası. Kendi geleceği karanlık olan bir egemen sınıf, kendisiyle birlikte tüm insanlığı uçuruma sürüklüyor.
Uzun bir dönemdir hegemonyaları hızla aşınıp çözülüyor. Güneş altındaki kar yığını gibi eriyor. İşte Ortadoğu!.. Filistin’de ve genel olarak Ortadoğu’da gördüğümüz gibi, vahşet ve soykırım düzeyine ulaşan emperyalist saldırganlık, adım adım geriliyor, güç kaybediyor. Netenyahu hükümetinin düşmesi, siyonist ordudaki çöküş belirtileri, Yemen açıklarında üst üste darbeler yiyen emperyalist donanmalar, emperyalist-kapitalist egemenliğin bölgedeki hızlı gerileyişinin birkaç örneğidir.
Çöküş derinleştikçe emperyalistlerin kapı dışarı edildiği bağımlı ülke sayısı artıyor. Daha öncesinde mali, siyasi, ticari ve askeri yollarla boyun eğdirilen ülkeler, Rusya-Çin ikilisinin ve sosyalist ülkelerin güçlü varlığını arkalayarak belirli bir “hareket serbestliği” alanı kazanıyor. Emperyalist sistemin çöküş dinamiği derinleştikçe, savaş eğilimi daha da güçlenecektir.
Stoltenberg’in son açıklamasını da, G7 etiketli emperyalist blokun İtalya zirvesinin sonuç bildirgesine yansıyanları da bu kapsamda ele almak gerek. Hatta ve hatta Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonuçlarıyla gözümüze gözümüze sokulan “aşırı sağ partilerin” (bildiğimiz faşist parti ve hareketlerin) yükselişini, tam da burada aramak gerek. Malum, tekelci sermaye böylesi dönemde elbette en çok faşist saldırganlığa, faşist hareketlere ve iktidara ihtiyaç duyar. Devrimin büyümesine sermaye sınıfının cevabıdır faşizm.
Sıcak, çok sıcak geçecek bir yaz var önümüzde.