Geldi, geliyor derken... Tepeden yuvarlanan kartopu misali girdi kriz toplumsal yaşamımıza. Önce inkar ettiler, sonra açıklamalarla kabul etmek zorunda kaldılar. İktidar hala ideolojik söylemlerle hasar önleme hamleleri yapmaya çalışıyor.
Ama bunun pek bir işe yaramayacağını söylemiştik. İşletmeler birbir ardı sıra kapanır, üretime ara verir, borç ödeme ertelemesi ilan ederken... Kriz gerekçesiyle her geçen gün işten çıkarmalar gündeme gelir, maaşlar geç ödenir hatta ödenmezken... Kredi borçlarının çevrilememesi nedeniyle orta katmanların ellerinde avuçlarındaki tüm birikimleri bir anda uçup giderken... Türk lirasının erimesinin sonucu zam dalgaları önü alınmaz bir şekilde hayatımıza giriyorken... İdeolojik bombardıman daha ne kadar etkili olabilirdi ki! Durum bu kadar kesin, keskin ve net!
Hala yaşadığımız sürece ve krize “aydın” kafasıyla yaklaşıp “krizden kendiliğinden sol iktidar çıkmaz; mevcut durumdan faşist hareketler de güçlenebilir” tartışmaları yürütenler var. Sanki kriz=AKP’nin yıkılması yahut kriz=devrim türünden basit denklemlerle ortalıkta dolananlar varmış gibi! Topluma, sınıfa, olaylara, gelişmelere sözcüğün olumsuz anlamında aydınca yaklaşmak, bir CHP’li kafasıyla yaklaşmak bizim solcularımız arasında yaygın bir hastalık.
Krizle devrim arasında doğrudan bir bağ var elbette. Yadsınamaz bir bağ. Ama kuşkusuz krizler kendiliğinden devrimlere, daha doğrusu başarılı devrimlere yol açmazlar. Oportünist sosyalist hareket bu temel doğruyu vurgularken aslında krizlerle devrimler arasındaki bağı koparıyor. İşçi ve emekçi yığınların sosyo-ekonomik ilişkilerdeki konumlanışı ve bunun sonuçları üzerinden değil salt aydınca bir siyasal bilinç durumuna göre değerlendirme yapıp üstenci ve seçkinci bir yaklaşımla yığınları küçümsemek, onlara güvenmemek küçük-burjuva oportünist sosyalizmin temel özelliğidir. Bu yüzden sürekli bir karamsarlık ve yılgınlıktan yakasını kurtaramaz.
Krizlerle devrimler arasında doğrudan bir bağ, bir ilişki var. Yıkıcı kriz dalgaları emekçi yaşamların kıyısına vurmaya başladığında ideolojik yanılsamaların hızla yıkılmasının şartları oluşur. Yaşamın kendisi her adımda onları harekete zorlar. Politik yaşamın girdabı her kapalı mekanın duvarlarını yıkar, içeri sızar. Kitleler ancak böylesi ortamlarda sürüklendikleri hareket içinde kitlesel eğitimden geçer. Her tür savrulmaya, düzensizliğe, ileri ve geri gidişlere açık bir süreçtir bu. Ve bilinçli müdahalenin etkisini muazzam bir düzeye çıkarabileceği koşullar demektir. Bu türden fırtınalar belirdiğinde emekçilerden “bilgece açıklamalar” bekleyip göremediği için onların bilinçlerine sövgüler dizmek ve kenara çekilmek, aslında bu fırtınadan kaçmak için gerekçeler arayan küçük-burjuva oportünist sosyalizminin değişmez alışkanlığıdır.
Üstelik emekçilerin bilinçlerine sövgüler dizen bu oportünist sosyalizm emekçilere hangi ileri bilinci taşıyor? “Krizin faturasını ödememe” bilincini! Hem emekçilerin geriliğinden dem vurup hem onları daha geri çekmek ne yaman çelişkidir!
Yaşam hızla yeni Haziran’lara akıyor! O noktaya varıp varamayacağını zaman gösterecek. Fakat akış o yönedir, o noktayadır. Krizler hep vardı, oluyordu ve kapitalizm altında olmaya da devam edecek. Fakat bu kriz, bu mevcut kriz, hem derinlik itibariyle, hem uluslararası emperyalist-kapitalist sistemin içine yuvarlandığı küresel krizle çakışıyor olması itibariyle emekçi halklar için çok büyük olanaklar sunuyor. Gerçekten de tarihsel bir dönüm noktasından geçiyoruz. Toplumsal düzenin her alanına sirayet eden çürüme ve yozlaşma, öte yanda peş peşe sıralanan ve yayılma eğilimi her geçen gün yükselen işçi eylemleri bir yol kavşağına gelmekte olduğumuzun ifadesidir. Bu, değişimin ayak sesleridir, değişimin sancılarıdır. Bu düzen yıkılmalıdır. Bu düzen yıkılacak!