Her kriz, her bunalım dönemi ikiyüzlülerin peçelerini çekip alıyor yüzlerinden. Herkes gerçek kimliğiyle çırılçıplak kalıyor ortada. Dillerde iğreti duran sözler yutuluveriyor bir bir. Kopkoyu bir gericilik, dizginsiz bir vahşet fırlayıp çıkıveriyor bu “modern dünya” şalının altından!
Çıkartılan savaşları, “demokrasi adına” yakılıp yıkılan ülkeleri, bombardımanlarda hayatlarını yitiren milyonları, yurtlarından kaçmak zorunda kalan “yitik kuşakları”, yokedilen doğayı... hepsi bir arada olup da bir çırpıda unutturulan tüm bu gaddarlıkları gizleyen o ince tül, “demokrasi”, bunalım koşullarında gerçek sınıfsal özünü nasıl da koyuveriyor ortaya! Tüm o göstermelik davranışlar, sahte kibarlıklar, yerini kaba saldırganlığa bırakıyor. Özgürlükler bir anda rafa kaldırılıyor. Geriye çıplak zordan başka bir şey kalmıyor. Yüz yıl önce Lenin halkların hayati sorunların ancak kuvvete başvurularak çözülebileceğini söylerken nasıl da ışık tutuyor bugünün dünyasına!
Peş peşe iki referandum yapıldı. Biri savaşın, kan ve gözyaşının eksik olmadığı Ortadoğu’da, diğeri “barış ve huzur adası Batı Avrupa”da. Şu işe bakın ki, buradaki, Başur (Güney Kürdistan)’daki referandum ilhakçı devletlerin (Türkiye, İran, Irak ve Suriye) açık tehdit ve aşağılamalarıyla karşılanırken, “demokratik Avrupa” azgın bir faşist terörle karşılandı. Polis jop, plastik mermi, hatta kocaman plastik toplar eşliğinde saldırdı. Bine yakın insan yaralandı, yüzlercesi tutuklandı. Demokrasi mi demiştiniz!
Kürt halkı ise en çirkin aşağılamalarla karşılaşıyor. Gerici burjuva önderlik bahane edilerek bir ulusun en temel ve vazgeçilmez hakkı olan kendi kaderini tayin hakkı alenen yok sayılıyor. Hem bu hakkı savunup hem girilen yolun tehlikeleri ve yanlış yönelimler konusunda dostça/yoldaşça eleştiri yapmayı beceremeyen, açık bir sosyal-şoven dalgaya teslim olan sözümona sosyalistler içlerindeki o “demokrat” karakteri ne de güzel açık ediyorlar! Burjuva saflarda oldukların dosta düşmana gösteriyorlar!
Tüm toplumsal olgu ve kavramlar gibi demokrasi de sınıfsal nitelik taşır. Burjuvazinin cephaneliğinde o, tüm dünyayı aldatmaya yarayan sihirli bir araçtan başka bir şey değil. Emeğin üzerindeki sermaye diktatörlüğünü gizlemeye yarayan bir örtü. Tutarlı demokrasi, siyasal demokrasi ancak işçi sınıfının savunabileceği bir konumdur. Ancak işçi sınıfı, toplumun büyük çoğunluğunun çıkarlarını savunmak bizzat kendi sınıf çıkarlarını da savunmak olduğu için, tutarlı demokrasi konumunu sürdürebilir. O yüzdendir ki ister burada, yanı başımızda Kürt ulusunun düzenlediği bağımsızlık referandumunda olsun, ister Katalonya’da Katalan halkının düzenlediği referandumda olsun, hiç tereddütsüz ulusların kendi kaderini tayin hakkını savunup destekleyen, ama aynı zamanda tüm ezilenlerin gerçek kurtuluş yolunu açık yüreklilikle söylemekten çekinmeyen devrimci işçi sınıfından başkası değildi. Devrimci marksizm sermaye dünyasının bu ikiyüzlülüğü karşısında ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkını, ayrılma ve bağımsız devlet kurma da dahil, koşulsuz savunuyor. Bu hakka kısıtlama getirmek, karşı çıkmak işçi sınıfının işi değil, olsa olsa burjuva saflarda olan sözde sosyalistlerin işidir. Hem bu hakkı koşulsuz savunmak hem de ezilen kesimlere gerçek kurtuluşun yolunu anlatmak, yanlışları/hataları göstermek mümkündür ve devrimci proletaryanın yaptığı tam da budur.
Gerek Güney Kürdistan’daki gerekse Katalonya’daki referandumlar bir kere daha göstermiştir ki, ezilen ulusların gerçek dostları uluslararası devrimci işçi sınıfıdır, uluslararası komünist harekettir. Gerçek kurtuluş “kendi” burjuvalarının peşinden gitmekte değil, tüm ülkelerden işçilerin mücadele birliğiyle gerçekleşecek sosyalizmdedir!