Dinci faşist iktidarın son günlerdeki hamleleri ancak başlıktaki bu sözlerle ifade edilebilir olsa gerek. Özellikle de dış politika alanındaki hamleler. Doğu Akdeniz, Körfez ülkeleri ile münasebet, ve en son yine Avrupa Birliği ile salınıp duran ilişkiler...
Tüm bu alanlarda çark etmiş, başlangıçta söylediklerinin tam tersine meyletmiş (daha doğrusu meyletmek zorunda kalmış) bir devletin, üst perdeden esip gürlemesini, avaz avaz masal anlatmasını seyrediyoruz. Ağızdan farklı şeyler çıkıyor, ayaklar farklı adımlar atıyor. Yani “kuyruk dik, uygun adım geri, marş marş” bir dış politika söz konusu.
Bunun kaçınılmaz olduğuna, dinci faşizmi her cephede büyük bozgunların beklediğine başından beri dikkat çekiyorduk. Sahne biraz gecikmeli, ama sonuç tam da söylediğimiz gibi. Gerçi hala Libya’da Başağa üzerinden darbe dahil türlü çeşit oyunlar oynamaya devam ediyor; Suriye ve Rojava’da işgal alanlarını genişletme hamlelerine yelteniyor... Ama her adımı okkalı karşı adımlarla karşılanıyor. Bakmayın bundan sonraki bağırıp çağırmalara. İstikamet belli.
Son örnek, RTE’nin AB ülkeleri büyükelçileriyle Çankaya Köşkü’ndeki muhabbeti. Haberlere göre Erdoğan, toplantıda “Brüksel’e sıcak mesajlar” vermiş. Yer yer eski sakızı çiğnese de, Doğu Akdeniz'de meydan okuyan, önüne gelene “had bildiren” o “asrın dünya lideri” gitmiş, kuyruğu dik tutup gerisin geri yol alan lider gelmiş:
“Ülke olarak uzun vadeli bakış açısıyla olumlu gündem oluşturmak ve ilişkilerimizi yeniden rayına oturtmak için hazırız. Ülkemizin 60 yılı bulan üyelik süreci nasıl bizim için stratejik bir tercihse AB’nin ülkemizi tam üyeliğe kabul etmesi de birliğin geleceği açısından ontolojik bir tercih olacaktır.”
Şu “ontolojik tercih”i kim bulup promptera koymuş bilinmez, ama, RTE’nin anladığı anlamda “ontolojik tercih” yapan AB emperyalizmi değil, kendisinin başında bulunduğu “biçare” Türk tekelci kapitalizmidir. Güçsüzdür, tükenmiştir, emperyalist desteğe muhtaçtır... Hem de her açıdan!
Erdoğan bunu en iyi bilenlerden biri. Bu yüzden konuşması boyunca gerekli gereksiz bir dizi yerde üst perdeden laf söylemeye, güçsüzlüğü gizlemeye, kuyruğu dik tutmaya çalışıyor. Bir yandan sözde “haklıyız” diye göğsünü yumrukluyor, diğer taraftan “istikşafi görüşmeler” diyor, “geleceğimizi Avrupa'da görüyoruz” diyor, “bizi alın da bitsin bu iş” diyor!..
AB büyükelçileri, bunca laf kalabalığının, ileri geri sarmaların, “AB’yi özeleştiriye davet” etmelerin ardındaki güçsüzlüğü görmeyecek bönlükte değil. Dinci faşizmin efelenmeleri, aslında çoktan yitirdiği “davaları” (Libya, Doğu Akdeniz vb.) tekrar tekrar gündeme getirip “geri adım atmayız” havasında gevelemeleri, gerçekte hiç birini korkutmuyor. Belki bir parça “baş ağrısı” mahiyetinde endişeleniyorlar, o kadar!
Türk tekelci sermayesi ve faşist devlet alabildiğine tedirgin ve umutsuz. Nasıl böyle olmasın ki? Hazine boş, elde avuçta bir şey yok. Yağma, talan, yolsuzluk, çürüme... almış başını gitmiş. İşsizlik, yoksulluk, gerçek açlık korkunç boyutlara ulaşmış. Pazarların toplanma saati atıklar arasında yiyecek şeyler bulmaya çalışan binlerce emekçi. Dinci faşist iktidar her an patlamaya hazır bir bombanın üzerinde oturduğunu gayet iyi biliyor. Durumu idare edebilecek, gerilimi düşürebilecek en ufak bir araç bile kalmamış elinde.
Bir umut savaş atını sürmeye çalıştılar dolu dizgin. Ola ki askeri başarılarla birlikte hem güçlü bir şoven rüzgar, hem “fetih ve ganimet” sonucu bir parça soluk aldıracak bir şeyler düşer diye paylarına. Olmadı. Kaynak yokluğu fetih heveslerini yarı yolda bırakmaya yetti. Bu arada elde avuçta kalan son kırıntılar da tükendi “tulumbada su bitti”. Milyonlarca emekçinin hayatında ise katlanılmaz bir sefalet birikti.
Yıkımın böylesine hızlandığı dönemler, nice taçsız başın sokaklarda yuvarlandığı büyük halk isyan ve ayaklanmalarını yaratır. Yalnızca açlık değil, biriken onca acı, özlem, arzu ve öfke, bir doğa yasası kesinliğinde toplumsal patlamalara yol açar. Tüm tarihin şaşmaz yasasıdır bu. Ve bunu gayet iyi bilir burjuvazi.
Havada böylesine elle tutulur bir ayaklanma ortamı varken, salt çıplak zor ve baskı çare olmaz elbette. Ödünler de girer devreye. Ama “bizim” iktidarımızın bahtsızlığı şu ki, her ödün, bu tarihsel birikimin önündeki barajda açılacak delik ve çatlaklar demektir. Ödün verirken bile ödün vermeden ödün vermek gerek demek ki. Tıpkı “sadrazam kıratındaki” nazır Damat’ın, bir aile içi didişme sonucunda “görevinden affedilmesi”nde olduğu gibi. (O zaman “Rüzgarı Bile Yetti” diye göstermiştik gerçek sebebi.)
Dinci faşizmin tuttuğu yol, budur. Bir taraftan AB büyükelçileriyle yapılan toplantıda “Yeni reformların hazırlığı içindeyiz. Son aşamaya gelen çalışmaları yakında kamuoyumuzla paylaşacağız” diyor RTE; sık sık ekonomi açıklamalarında aynı lafları geveliyor. Öbür taraftan “parti kapatma tartışmaları”, sayısız tutuklama, kayyumlar, Cargill işçileri örneğinde olduğu gibi “işçilere devletin gücünü gösterme”ler, toplumun her kesimine ardı arkası kesilmeyen tehditler... almış başını gidiyor.
Atılacak her geri adım, bu dişe diş kapışmaların eşliğinde gerçekleşiyor ve bundan sonra da aynı şekilde gerçekleşecek. Sistemin kendisi uçurumun kenarına yaklaştıkça sistemin neleri feda edebileceği görülecek.
Sözün burasında bir kez daha hatırlatmakta fayda var. Çeşitli geri adımlar, hatta “reformlar”, bu türden geri adım veya “reformlar” bir talep olarak ileri sürülerek elde edilmez. Birleşik devrim gelişip güçlendikçe, hasmını uçuruma sürdükçe kendiliğinden sökün eder bu ödünler. Tüm sınıflar savaşımı tarihinin şaşmaz kuralı budur ve gözlerimizin önünde tekrar ve tekrar gerçekleşmektedir.