Geliyorum diyordu; geldi. 19 Kasım gecesi, faşist devlet, uçaklarıyla, SİHA'larıyla, başka hava araçlarıyla; kısacası, elindeki tüm savaş olanaklarıyla Rojava topraklarına saldırdı. Çok sayıda sivil halktan insan öldü, evler, hastaneler yıkıldı. Tahribatın büyüklüğü üzerinde söz söylemeye gerek yok.
ABD Erbil Başkonsolosu, web sitesinden yaptığı duyuruyla kendi vatandaşlarını sınır bölgelerinden uzak durmaları için uyararak “Türkiye'nin Irak ve Suriye'nin kuzeyine operasyon düzenleyebileceğini ifade etmiş.”
Çok açık, Başkonsolosun, biz buna ABD'nin diyebiliriz, Türkiye'nin saldırı planlarından haberi var. ABD'nin haberi varsa ve engellemiyorsa, onayı var diyoruz. Son saldırı, ancak görmek istemeyen körlerin göremeyeceği açıklıkta, ABD'nin izni ve onayı dahilinde gerçekleşmiştir.
Ama saldırının işaretleri bundan ibaret değildi. İstiklal caddesindeki dinci faşist katliam, Rojava'ya saldırının zeminini hazırlama hazırlığı idi. Dinci faşist iktidarın İçişleri Bakanı S.Soylu, ABD'ye çatarken gerçekte bu saldırının işaretlerini vermişti. ABD'ye öyle atıp tutmalar gerçekte ABD'nin hazırlanmakta olan saldırıdaki rolünü gizleme amaçlıydı.
Bütün ahmaklar takımı, liberaller, uzlaşmacılar, S.Soylu'nun ABD'nin başsağlığı dileklerini “reddediyoruz” açıklaması ile Erdoğan'ın Endenozya'da bunak Biden ile görüşmesi ve “başsağlığı” dileklerine teşekkür etmesi arasında büyük bir çelişki görmüşlerdi. Oysa hepsi kayıkçı döğüşünden ibaretti.
Ahmaklık bununla sınırlı değildi. Kimi liberaller, uzlaşmacı küçük burjuva parti, sosyal reformist partiler, Aysel Tuğluk'un serbest bırakılmasından, AKP heyetinin HDP'yi ziyaret etmesinden, Demirtaş'ın hasta babasını ziyaret için özel jetle Diyarbakır'a götürülmesinden dinci faşist iktidarda “yumuşama” belirtileri keşfetmişlerdi.
Bir sözü biraz değiştirerek aktarmak yerinde olacak: Bu kadar ahmaklık ancak tahsille mümkün olur.
19 Kasım'daki saldırılar, bir tepki sonucu ya da ani kararla yapılmış değil. Önceden planlandığı her halinden belli. Uygun fırsat ve zaman aranıyordu; hepsi bu. İstanbul'daki katliamdan hemen sonra, dinci faşist iktidarın Suriye, Rojava ve G. kürdistan topraklarına saldırılar düzenleneceği de ABD'nin bilgisi, dolayısıyla onayı dahilindeydi.
Daha Kasım ayının on beşinde Reuters, Türkiye'nin saldırı planı hakkında bilgilendiriliyor. Reuters, adını açıklamadığı bir “Türk yetkili”nin ağzından şu sözleri aktarıyordu:
“Suriye, Türkiye için bir ulusal güvenlik sorunu. Bu konu için şimdiden çalışmalar yapılıyor. Irak’ta PKK’ya yönelik devam eden bir operasyon var. Bu operasyonlar tamamlandıktan sonra Suriye’deki hedeflerin de peşine düşülecek.”
Kısacası, saldırı 13 Kasım'dan bu yana “geliyorum” diyordu. Bu saldırıda “suç ortakları” tablosunu tamamlamak için şunu eklemek lazım: ABD'nin haberi ve onayı varsa NATO'nun da haber ve onayı var demektir. Sinsi bir yılan gibi ortalıkta dolaşan Stoltenberg NATO adına bu onayı vermiştir.
Gerici-faşist burjuva partiler, bu saldırıları desteklemek için adeta sıraya girdiler. Sosyal reformist partilerin “müstakbel” müttefikleri, her zamanki, gibi, “orduları”nın arkasında durdular, başarılar dilediler.
Sosyal reformist partilere gelince... Bunlardan “Emek ve Özgürlük İttifakı” zorunlu ve oldukça “mahcup” bir üslupla, “AKP'nin ömrünü uzatma saldırılarını reddediyoruz” diye bir açıklama yaptı. Açıklamanın, saldırılardan neredeyse bir gün sonra gelmesini bir yana bırakıyoruz, adında emek ve özgürlük kavramı bulunan bir ittifak, bir zahmet saldırılar reddedecekti. Faşist devlete tek bir sözcükle dokunmadan; adeta “anlayın bizi, bunu yapmak zorundayız” dercesine!..
İçinde TKP, Sol Parti bulunan öteki sosyal reformist ittifaka gelince... Bu cenah, utanma adına da olsa, bir açıklama yapmadı. Sol Parti örneğin, saldırıların hemen ertesi gününde yaptığı “İstanbul İl Kongresi”nde, “muhalefet” dediği gerici-faşist partilerin adayını destekleyeceğini ilan ederken Rojava'ya, Kürt halkına yönelik saldırılardan tek kelimeyle olsun söz etmemeyi tercih etti.
Sosyal reformist partilerin saldırı karşısındaki politikaları işte böyle; nasıl bir sosyal şovenist bataklığın içinde olduklarının kanıtı oldu.
Faşist devlet ve dinci faşist iktidar, emperyalist müttefiklerinin de onay ve desteğini alarak düzenlediği bu saldırıyla neyi hedefliyor? Gerçekten de sosyal şovenizm batağındaki sosyal reformist partilerin iddia ettikleri gibi, “AKP'nin ömrünü uzatmak”mı amaçlanıyor? Saldırıların böyle bir etkisi olsa bile, önem bakımından hesaba katılması en son etken olur bu.
Kürt halkının özgürlük savaşına, kendi kaderini tayin hakkını elde etme mücadelesine saldırmak; tekelci sermaye sınıfı ve faşist devlet tarafından varlık yokluk meselesi olarak ele alınıyor. Faşist devlet Kürt halkına ilk defa saldırmıyor. Saldırıyı AKP'nin seçim kazanma hesabıyla açıklamaya çalışanlar sanki faşist devlet ilk defa Kürt halkına saldırıyormuş gibi davranıyorlar. Oysa seçim olsun olmasın, Kürt halkının özgürlük savaşını silahların gücüyle ortadan kaldırmak, her zaman faşist devletin temel politikası olagelmiştir.
Sosyal reformist partilerin faşist devleti bu işten sıyırıp her şeyi dinci faşist partinin seçim kazanma hesaplarıyla açıklamaları tesadüf değil; onların sosyal şoven düşünce ve politikalarının dışa vurumudur.
Faşist devlet, Kürdistan'ın tüm parçaları üzerinde bir tehdittir. Bu tehdit, seçim ortamıyla ortaya çıkmış değil. Aksine, devletin tarihi boyunca bu tehdit hep var olmuştur; üstelik giderek büyüyen bir şekilde...
Bu tehdidi ortadan kaldırmanın tek yolu, ne “çözüm masaları” ne “toplumsal barış” ne de çeşitli uzlaşma girişimleridir. Bu tehdidi ortadan kaldırmanın tek yolu, birleşik devrimdir; birleşik devrimin zaferiyle halk iktidarının kurulmasıdır.
Faşist devlet, “barış” girişimlerini, “çözüm masası”nı, ancak güçten düştüğü, saflarının dağıldığı, kendini tehlikede gördüğü vb zamanlarda, güçlerini toparlamak, saflarını yeniden düzenlemek, güç toplamak için zaman kazanma amacıyla kabul ediyor. Kürt halkı ve devrimci güçleri, son “çözüm süreci”nden yeterince dersler çıkarmış olmalı.
Son saldırı bizi şaşırtmadı; bundan sonraki saldırılar da şaşırtmayacak. Bunlara son vermenin yolu, bütün iktidarı emeğin eline verecek, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkını gerçekleştirecek, zindanları yıkıp tutsakları özgürleştirecek bir birleşik devrimdir.
Bütün dikkatlerimizi protesto hareketlerine değil, birleşik devrimin yolunu açacak gerçek bir halk ayaklanması üzerinde yoğunlaştırmalıyız.