Makale Dizini

Suriye, düşmanları dahil, kimsenin beklemediği bir anda ve hızda yıkıldı. Öncesi bir yana, modern tarihi yüzyılı geçen bir devletin bu hızla yıkılması, doğal olarak, tartışmaları da beraberinde getirdi. Nasıl ve neden olmuştu bu yıkım sorularına verilen yanıtlar, her taraf ve kesimde olduğu gibi, komünist ve devrimci partiler arasında da tartışmalara yol açacak gibi görünüyor.


I- Soruna Doğru Yaklaşım

Suriye, düşmanları dahil, kimsenin beklemediği bir anda ve hızda yıkıldı. Öncesi bir yana, modern tarihi yüzyılı geçen bir devletin bu hızla yıkılması, doğal olarak, tartışmaları da beraberinde getirdi. Nasıl ve neden olmuştu bu yıkım sorularına verilen yanıtlar, her taraf ve kesimde olduğu gibi, komünist ve devrimci partiler arasında da tartışmalara yol açacak gibi görünüyor.

Önce, her türlü yanlış anlama ve yorumun önüne geçmek için şunun altını çizelim: Emperyalizme, Arap gericiliğine, Türkiye'ye ve onların besleyip sahaya sürdükleri dinci faşist çetelere karşı savaşında Suriye devletinin desteklenmesi gerekli ve doğru bir politikaydı. Türkiye ve Kürdistan devrimci komünistleri başından beri bu çizgiyi savundular ve gereklerini yerine getirdiler.

Fakat, emperyalizme ve gericiliğe karşı verilen bu savaşta Suriye devletinin desteklenmesi, Suriye ordusunun düşmanları karşısında zafer kazanmasını istemek ve bu yönde bir politik çizgi izlemek ne anlama geliyordu? Bu, Suriye'deki politik iktidarın koşulsuz desteklenmesi anlamına mı geliyordu; ya da öyle mi olmalıydı?

Kuşkusuz hayır! Komünistler, böyle durumlarda -ve esasında her zaman- sınıfsal bakmayı bir tarafa bırakamaz. Böyle bir durumda, şu soru net biçimde sorulmalı ve yanıtı son derece açık olmalı: Suriye'deki politik iktidarın, adlı adınca BAAS iktidarının sınıf karakteri nedir? Komünistler için bu sorunun yanıtı son derece açık. BAAS iktidarı, burjuva bir iktidardır. Haliyle, komünistlerin böyle bir iktidara destekleri koşulsuz ve sınırsız değildir, olamaz da... Komünistlerin bu iktidara destekleri koşullu ve sınırlı olmak zorundadır. Koşul, emperyalizme ve gericiliğe karşı savaşta kararlı olması; sınırı da bu savaş çerçevesindedir. Bunun dışında komünistler, Suriye'de olsun başka yerde olsun, proletaryanın bağımsız sınıf çıkarlarını titizlikle korurlar ve bu çıkarları her türlü burjuva sınıfa karşı savunurlar. Esasında, Suriye Komünist Partisi'nin (SKP) savunması gereken politik çizgi de böyle olmalıydı. Bir adım daha ileri giderek şunu söyleyebiliriz: SKP, savaşın içinde dahi, emperyalizme, gericiliğe ve faşizme karşı savaşırken kendi bağımsız sınıf çizgisini korumalı, proletaryanın çıkarlarının burjuva sınıfın çıkarları içinde erimemesi için büyük bir titizlik göstermeliydi.

Bu, kimi aklı evvellerin, Lenin'den öğrendikleri “dış savaşı iç savaşa çevir” sloganını olduğu gibi kopyalayıp uygulamak gerektiği anlamına elbette gelmez. Böyle bir politikayı önermek, emperyalist planların uygulanmasına yol açan dar kafalılık anlamına gelir; o kadar.

Şu sorulabilir: Çağımızda burjuva sınıf iktidarı nasıl oluyor da emperyalizme ve gericiliğe karşı savaşabiliyor? Bu sorunun yanıtı, çağımızda emperyalist-kapitalist sistemin içinde bulunduğu koşullarda ve bunun sonucu olarak, bağımlı, yarı-bağımlı ülkelere ya da emperyalist-kapitalist sisteme henüz tümden entegre olmamış ülkelere dayattığı “tam ilhak” politikasında yatıyor. Emperyalizmi, geçmiş on yıllardaki haliyle ele alıp değerlendiremeyiz. Emperyalist devletlerin, emperyalist mali sermayenin ulaştığı dev boyutları, bunun sonucu olarak emperyalist-kapitalist sistemin krizini ve çöküş sürecini, buna karşılık emperyalist mali sermayenin ve emperyalist devletlerin bu krizden, bu çöküş sürecinden çıkış için izlediği politikaları anlamak ve mutlak biçimde hesaba katmalıyız.

Kısaca, emperyalist devletler ve emperyalist mali sermaye, krizi atlatmak, genişletilmiş yeniden üretimi ve sermaye birikimini sürdürmek için, bağımlı ve yarı-bağımlı ülkeleri, sisteme henüz tam entegre olmamış ülkeleri “eski tarz” sömürü yöntemleriyle sömürmekle yetinemez bir noktaya gelmiştir. Şimdi, bağımlı ve yarı-bağımlı (yeni-sömürge) ülkelerin henüz sisteme tam entegre olmayanların ekonomilerini “tam ilhak”a zorluyor. “Yeni sömürge” ülkenin bankalarına, sanayisine, tarım ve topraklarına; yeraltı ve yer üstü kaynaklarına el koymak, böylece sömürüyü olabilecek en yoğun düzeye getirerek sermaye birikimini artan biçimde sürdürmek. Bu politikaya boyun eğmeyen, karşı koyan; bu politikaları kabul etmeyen ülke ve devletleri yerle bir ederek, parçalayarak ortadan kaldırıyor. Yugoslavya bir örnektir; Fransa'nın Sarkozy'siyle “iyi ilişkiler” içinde olduğu sonradan ortaya çıkan Kaddafi'nin petrol zengini Libya'sı bir başka örnektir vb.

Elbette, doğru sonuç ve tahlillere ulaşabilmek için sorunu bir bütün halinde ele almak zorundayız. Başta ABD olmak üzere, emperyalist devletlerin ve emperyalist mali sermayenin dünya işçi sınıfı ve emekçi halklarına, Küba ve Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti başta olmak üzere sosyalist ülkelere, Venezuela, Nikaragua gibi, sosyalizm yönelimli halkçı-demokratik iktidarlara karşı başlattığı küresel iç savaş, emperyalist mali sermayenin “tam ilhak” politikasından ayrı ele alınamaz. Çağımızın temel karakteristik özelliği, emperyalist-kapitalist sistemin çöküş ve proleter devrimler dönemi olmasıdır. Emperyalistlerin (NATO'nun) sözleriyle söylersek, “Ayaklanmalar Yüzyılı”ndayız. Yani toplumsal devrimler yüzyılı. Emperyalist devletler ve NATO, bu belirlemeyi 2000'li yılların hemen öncesinde yapmış ve yeni döneme uygun politik ve askeri hazırlıklara başlamışlardı. 11 Eylül provokasyonu, aynı zamanda emperyalizmin dünya proletaryası ve emekçi halklarına, dünya komünist ve devrimci güçlerine karşı bir küresel iç savaş ilanıydı. O günden bugüne ortaya çıkan bütün siyasal gelişmeleri, savaşları, emperyalistlerin tüm girişimlerini bu olguyu değerlendirmelerimizin tam ortasına yerleştirmeden doğru anlayıp tahlil etmemiz mümkün değil. Küresel iç savaş ve “tam ilhak” emperyalist devletlerin, emperyalist mali sermayenin günümüzde izledikleri politikaların ruhudur, temelidir.

Emperyalist devletlerin ve emperyalist mali sermayenin “tam ilhak” politikasına, “tam ilhak” dayatmasına boyun eğmeyen, bu politikayı reddeden devletler, varlık koşullarını korumak için emperyalizmle savaşmak durumunda kalıyorlar.

Suriye, işte bu tip devletlerden biridir. Emperyalist devletler (ABD, Britanya, AB) Suriye'ye boyun eğdirerek, önce dinci faşist çeteleri “iktidara ortak” yapmak istediler. Türkiye, bu politikanın uygulayıcı gücü olarak seçildi; ona bu görev verildi. 2011'de, Suriye'ye karşı dinci faşist çetelerin harekete geçirilmesinden hemen önce Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, dinci faşistlerin iktidara ortak edilmesi teklifiyle Şam'a gitti. Esasında, emperyalistler ve Türkiye dahil, gerici Arap devletleri dinci faşist çeteleri harekete geçirmek için her şeyi hazırlamışlardı. Esad, Türkiye'nin teklifini kabul etseydi, emperyalistler savaşa gerek kalmadan iktidarı devireceklerdi. Esad ve iktidarı buna boyun eğmedi, direndi; ardından çeteler harekete geçirildi. Esad şahsında Suriye yönetimi, kendini korumak için, yani kendi varlık koşullarını sürdürmek için emperyalizme ve gericiliğe karşı direndi.


 

II- Suriye Hedefte

Neden Suriye diye sorulabilir! Yanıtı basit: Çünkü Suriye, Ortadoğu'da (Batı Asya) önemli bir konuma sahiptir. Suriye'nin “tam ilhakı”, olmazsa dinci faşistlerin iktidar olduğu bir ülkeye dönüştürülmesi en başta İsrail'in güvenliği açısından önemliydi. Aynı şekilde, emperyalizme karşı direnen güçlerin ve devletlerin birbirleriyle bağlantı yollarını kesmek, lojistik hatlarını yok etmek, böylelikle Filistin Devriminin damarlarını kesmek; Rusya'nın Doğu Akdeniz'deki kollarını tümden yok etmek; Lübnan'ı emperyalistlerin kucağına kesin ve tam biçimde düşürmek için de Suriye'nin “düşürülmesi”, emperyalist devletler açısından yaşamsal önemdeydi. Suriye yıkıldı ve şimdi biz emperyalist devletlere karşı direnen güçlerin bağlantı hatlarının nasıl parçalandığını, nasıl büyük zorluklar girdabına itildiklerini çıplak gözlerle görebiliyoruz.

Sadece “tam ilhak” ya da petrol açısından değil; belki de, bunlardan çok daha önemlisi, Suriye, emperyalistlerin dünya proletaryasına, emekçi halklarına, devrimci ve komünist güçlere karşı, sosyalist ve sosyalizm yönelimli demokratik-halkçı devletlere karşı savaş için ihtiyaç duydukları “dinci faşist üretim ve dağıtım çiftliği” olmaya en uygun yerlerden biriydi. Bu dinci faşist çeteleri, Türkiye aracılığıyla Kafkas ülkelerinden Ukrayna'ya; oradan Afrika ve Orta Asya ülkelerine gönderdiklerini biliyoruz. Mali, Nijer, Çad, Libya gibi ülkelerde bulunan Boko Haram, El Şebab; Ortadoğu'da IŞİD, El Kaide vb. bunlardan bazılarıdır. Şüphesiz, Avrupa'da gizli servislerin örgütlediği “Neo Nazi” diye adlandırılan Hitlerci faşistler amaç ve işlev bakımından bu saydıklarımızın bir parçasıdır

Kimi devrimci ve komünistlerin çok yanlış biçimde “cihatçı” diye tanımladıkları bu dinci faşistler, her türlü savaş suçunu, her türlü vahşeti uygulamaya uygun bir karşı-devrim gücü olarak kullanılabilirdi ve kullanıyorlar da. Ukrayna buna dahil. Emperyalistlerin böyle bir karşı devrimci güruha ne kadar ihtiyaç duyduklarını ve kullandıklarını Afrika'dan Ukrayna'ya kadar her yerde görüyoruz.

Her iktidar gibi, BAAS iktidarının da bir dünü bir de bugünü vardır. BAAS Partisi, kuruluş yıllarını bir yana bırakırsak, özellikle 1960'lı yıllardan sonra, sosyalizmden güçlü biçimde etkilenmiş, Pan-Arabizm'i benimsemiş Arap milliyetçisi, laikliği benimsemiş bir parti idi. Uzun süren iç mücadelelerden sonra, Hafız Esad'la özdeşleşen Suriye BAAS iktidarı, 1970 Kasım'ında Hafız Esad liderliğinde gerçekleşen bir askeri darbe sonucu kuruldu.

Hafız Esad liderliğindeki BAAS iktidarı hem Pan-Arabist hedefler amaçlıyordu, hem de sosyalizm söylemini kullanıyordu. Buradan da anlaşılacağı gibi, BAAS iktidarının sosyalizmi bilimsel sosyalizm değil, küçük burjuva sosyalizmi idi. İktidar, sosyalizmin ve Sovyetler Birliği'nin dünya çapında edindiği büyük prestij ve sempatinin de etkisiyle, sosyalizmden etkilenmiş küçük burjuva güçlerin elindeydi.

Suriye, tarıma dayalı, sanayisi geri bir ekonomik yapıya sahipti. Gelişme halindeki kapitalist üretim biçimine rağmen üstyapıda “aşiret” gibi feodal kurumlar özellikle kırsal alanda tamamen çözülmüş değildi. Bütün bu nedenlerin toplamı, Suriye Komünist Partisi'nin varlığına rağmen, işçi sınıfının etkin bir güç haline gelmesine olanak vermiyordu.

Suriye'de uzun yıllar varlığını koruyan küçük burjuva BAAS iktidarı, üretim araçları üzerindeki özel mülkiyeti sınırlamasına rağmen, hiçbir zaman yasaklamadı. Sosyalizm etkisi BAAS iktidarının Sovyetler Birliği ile askeri, ekonomik ve siyasi olmak üzere her yönden sürekli bir yakın ilişki kurmasının yolunu açıyordu. Tersi de doğru. Sovyetler Birliği ile yakın ve sıkı ilişki, Suriye BAAS iktidarını sosyalizme yakın tutuyordu. Ancak bu olgu, BAAS iktidarının iddialarının aksine, Suriye'deki üretim ilişkilerinin sosyalist üretim ilişkileri olduğu anlamına gelmiyordu. Üretim araçlarının özel mülkiyeti temelinde kapitalist üretim biçimi, BAAS iktidarının kısıtlayıcı tedbirlerine rağmen gelişmeye; dolayısıyla, şu ya da bu hızda burjuva sınıfı geliştirmeye devam ediyordu.

Yine de BAAS iktidarı ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişki, Sovyetler Birliği'nin emperyalist devletler tarafından kuşatılmasının önünü kesiyordu. BAAS iktidarı, aynı küçük burjuva sosyalizmine eğilimi nedeniyle, uzun yıllar hem bölge devrimci güçlerine hem de Filistin Devrimine bir “cephe gerisi” görevi gördü. Şu kadarını söylemek yeterli olur: Türkiye ve Kürdistan devrimci, komünist hareketi, 12 Eylül askeri faşist darbesinden kendini korumasında, Hafız Esad iktidarının etkili bir rolü oldu. Filistin devrimci örgütlerinin kurdukları silahlı eğitim kamplarıyla, Suriye'deki Filistin halkına yönelik eğitim, sağlık kurumları ve iş atölyeleriyle, Suriye'yi bir eğitim, maddi gelir elde etme ve lojistik alanı olarak kullanmaları bu konuda başlı başına bir örnek.

Ancak bütün bu süreç boyunca, bir yandan da küçük burjuvazinin bir kesimi, çeşitli biçimlerde sermaye biriktirerek palazlanıyor, burjuva katlara yükseliyor ve iktidar üzerinde etkili olmaya çalışıyordu. Hafız Esad'ın, “Biz proletarya diktatörlüğüne geçişe hazırlanıyoruz” dediği 1980'li yıllarda, Suriye'de olup biten gerçekte bu idi. Sınıf ilişkilerindeki bu değişim, politik iktidar üzerinde etkisini hissettiriyordu. Hafız Esad'ın güçlü kişiliği bu etkiyi dengelese de, ortadan kaldırmaya yetmiyordu. Kapitalist üretim ilişkileri zemininde sermaye, yasalarla yapılan kısıtlamalara rağmen, her zaman kendine akacak bir kanal, gelişecek bir yol bulur. Küçük özel mülkiyetin ve bu temeldeki kapitalist üretim biçiminin sürekli biçimde, durmadan, kapitalist üretimi doğurduğunu biliyoruz.

Suriye'de sermaye sınıfı altın, döviz vb. kaçakçılığı, rüşvet, devlet mallarını zimmete geçirme ve benzeri daha pek çok yoldan sermayesini büyütüyor, biriktiriyor ve küçük üreticiyi, küçük sermaye sahibini iflasa sürükleyerek merkezileştirmeye çalışıyordu. Sözünü ettiğimiz yıllara gelindiğinde, burjuva sınıf iktidar üzerinde etki sahibi olacak bir güce ulaşmış ve Hafız Esad iktidarını Sovyetler Birliği'nden çok Avrupalı emperyalistlerle, ama özellikle de Fransa ile ilişki geliştirmeye zorluyordu.

Gittikçe palazlanan ve yüzünü emperyalist devletlere dönen burjuva sınıfın bu çabalarının sonuçsuz kaldığı söylenemez. Özellikle 80'li yılların ikinci yarısından itibaren Suriye devleti, emperyalistlerle bağ kurmak isteyen burjuva güçlerin baskısıyla, Filistin devrimci örgütlerinin hareketini kısıtlayacak önlemlere başladı. Aynı önlemler, daha sıkı olacak biçimde Türkiye ve Kürdistan devrimci örgütlerine de uygulanmaya başladı. Hareket serbestisi önemli ölçüde kısıtlandı, politik faaliyetleri kontrol altına alınmaya başlandı. Sınıf ilişkilerindeki değişimin devrimci örgütler üzerindeki yansıması böyle oluyordu.

 


III- Kırılma Noktası

Buradan, burjuvazinin devleti tümden ele geçirdiği ve her şeye hâkim olduğu sonucu çıkarılamaz elbette. Bu, yılları alan bir süreçti. Ancak bu sürecin ilk pratik etkileri ortaya çıkmaya başlamıştı. Bununla birlikte Kürt Özgürlük Hareketi (KÖH) 90'lı yılların sonlarına kadar Lübnan-Suriye hattında varlığını korudu ve KÖH'ün önderliği Suriye-Şam'da kalmaya devam etti. Hafız Esad iktidarı, Türkiye'nin, gerici Arap devletlerinin ve emperyalistlerin tüm baskı ve ısrarlarına rağmen KÖH önderliğini 1998 yılının sonlarına kadar Suriye-Şam'dan çıkarmadı.

Burada, küçük burjuva iktidarların zamanla nasıl bir değişim geçirdiklerine dikkat çekmek yerinde olacak. Sadece Suriye'de değil, söz konusu oldukları her ülkede küçük burjuva iktidarlar zamanla değişim göstererek burjuva iktidarlara dönüşmüşlerdir. Çünkü küçük burjuvazinin kendisi, proletarya ile burjuvazi arasında yer alan ara bir sınıf olarak kalıcı değil, geçici bir sınıftır. Kapitalist üretim ilişkileri içinde bu ara sınıfın büyük bir kesimi proleter katlara düşerken, küçük bir kesimi ise palazlanarak burjuva katına yükselir. Sınıf ilişkilerindeki bu değişimin iktidara yansıması kaçınılmaz bir gelişmedir. Bu gerçeklik, bağımsızlık mücadelesini anti-emperyalist mücadeleyle sınırlayıp onu anti-kapitalist noktaya kadar götürmeden bırakmanın zaferi ne kadar kırılgan hale getirdiğini gösteriyor. Çağımızda herhangi bir “ulusal” burjuva gücün bu niteliğini koruyarak varlığını sürdürmesi artık mümkün değil.

BAAS iktidarında en önemli kırılmalardan biri 1998 Ekim ayında meydana geldi. Türkiye'nin savaş tehdidi sonucu, Hüsnü Mübarek'in de devreye girmesiyle savaş tehdidinin ciddiyetini gören Hafız Esad, KÖH lideri Öcalan'dan Suriye'yi terk etmesini istemek zorunda kaldı. Savaş tehdidi ciddiye alındı, zira Türkiye, bu tehdidi NATO, ABD, siyonist İsrail ve Britanya emperyalizmine dayanarak yapmıştı. Hüsnü Mübarek'in devreye girişi de bunu ifade ediyordu zaten. KÖH lideri Öcalan 9 Ekim 1998'de Suriye'yi terk etti, arkasından Kenya'nın başkenti Nairobi'de CIA-Mossad ikilisi tarafından 19 Şubat 1999'da tutsak edildi. KÖH liderinin tutsak edilmesinin NATO, ABD, Siyonist İsrail'in eseri olduğu açıktı. Dönemin Türk Başbakanı Ecevit bile “ABD, Öcalan'ı bize niye verdi anlamış değilim” sözleriyle durumun farkında olmadığını itiraf etti.

BAAS iktidarı içindeki emperyalizm yanlıları belli ki, bir “ağırlıktan” kurtulmuşlardı. Hiç zaman kaybetmeden 20 Ekim 1998'de Türkiye ile “Adana Mutabakatı” imzalandı. Suriye, devrimci güçlere kapısını kapatmıştı artık. Çok geçmeden Suriye güvenlik güçleri sınırdan Türkiye tarafına geçmek isteyen beş Kürt devrimciyi yakalayıp Türkiye'ye teslim etti. Böylece, devrimci güçlere ev sahipliği yapıp faşizmden koruyan Suriye, devrimcileri yakalayıp faşizme teslim eden Suriye'ye dönüşmüş oldu.

KÖH lideri Öcalan'ın tutsak edilmesi, NATO-ABD-İsrail üçgeninin plan ve çabaları sonucu gerçekleşti; bu konuda herhangi bir tartışma yok. KÖH'ne vurulan bu büyük darbenin yanı sıra, 90'lı yılların iç savaş biçiminde geçen büyük devrimci kalkışmasına karşı Türkiye en büyük desteği ABD ve Almanya başta olmak üzere NATO'dan alıyordu. 1990'lı yıllarda özel olarak KÖH ve Kürdistan devriminden, genel olarak Türkiye ve Kürdistan birleşik devriminden faşist devleti kurtaran işte bu emperyalist güçler oldu. ABD'nin Ortadoğu'daki (Batı Asya) en büyük amaçlarından biri, KÖH'ü ve Birleşik Devrimi tasfiye etmekti; bu, halen de böyle.

Birinci Trump döneminin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, Trump'la birlikte yönetimden ayrıldıktan sonra 2021'de Deutsche Welle ile yaptığı bir röportajda ABD'nin bu konuya ilişkin politikalarını özetliyordu:

Gazeteci soruyor:

“Türkiye'den en üst düzeyde ABD'ye çok ciddi suçlamalar yöneltildi. Açıkça sorayım: ABD, PKK'yı destekliyor mu? SDG'ye verdiği destekle Suriye'de PKK'nın bir devlet kurmasının yolunu mu açıyor?” Bu sorunun sosyal şovenlerdeki karşılığı “evet”tir. Ama ABD temsilcisi J. Jeffrey, biraz da kızgınlıkla şöyle diyor:

“Bir dakika, burada bir durun… ABD'nin, PKK'ya bir terör örgütü olarak muamele etmesinin, çok uzun bir geçmişi, bir tarihi var. Türkiye Cumhuriyeti'nin PKK ile mücadelesine, ABD'nin büyük bir bölümü gizli olarak sınıflandırılmış, çok ciddi ve kapsamlı bir desteği söz konusu. Bu mücadelede ABD, Türkiye Cumhuriyeti'nin tarafındadır, bunda şüphe yok.”

Ama bundan şüphe edenler var. Ulusal sorunda, Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı mücadelesinde Kürt halkını değil, Türk devletini dolaylı biçimde destekleyen sosyal şoven parti ve örgütler “şüphe ediyor” ve ABD'nin Türkiye tarafında değil, KÖH tarafında olduğu propagandasını yapıyorlardı.

James Jeffrey'nin “değerli” itiraflarını aktarmakta yarar var. ABD'nin bu kan emici temsilcisi, PKK'ye ilişkin politikalarını bir başka yerde anlatırken şöyle diyor:

“PKK kadrosunun Suriye'den çıktığını görmek istiyoruz. Bu, Türkiye ile Suriye'nin kuzeydoğusunda var olan gerginliğin temel nedeni. Biz bu gerginliği azaltmak istiyoruz. Çünkü kuzeydoğu dışındaki tüm bölgelerde Türkiye ile çok yakın koordinasyon içinde çalışıyoruz. Kuzeydoğuda bile dediğim gibi Türkiye ile askerî açıdan bir anlaşmamız var”

Evet, Rojava'da bile Türkiye ile askerî açıdan bir anlaşmaları var. Elbette gizli anlaşma. James Jeffrey'nin itiraf ve açıklamalarına ileride tekrar döneceğiz.

Gerçek somut olgular böyleyken, sosyal şoven parti ve örgütlerin -ki bunların başında TKP geliyor- “ABD KÖH'ü destekliyor; Kürtçüler ABD'ci” biçiminde yaptıkları propaganda ne büyük bir aldatmacadır ve Türk devletine ne büyük destek! Gerçek şu ki, ABD ve AB emperyalistleri Türkiye ve Kürdistan birleşik devriminin, dolayısıyla KÖH'ün tasfiyesini isteyen en büyük düşmanlardır. Tersini düşünmek emperyalizmi tanımamaktır. Emperyalizm, halkların özgürlüğü için değil, kendi kaderini tayin hakkı için değil, halkların köleliği için çalışır. Dünya uluslarını ezen ve ezilen uluslar şeklinde ayırmak emperyalizmin temel karakteristik çizgisidir. Emperyalizm; emperyalist mali sermaye özgürlük değil, egemenlik peşinde koşar. Kürdistan sorununa bakışta yolumuzu aydınlatacak olan şey işte bu devrimci teoridir. Ama sosyal şovenler için devrimci teori yolu her zaman aydınlatan bir ışık değil, ara sıra kullanılacak bir cep feneridir.



IV- Uzlaşma Çabaları

“Adana Mutabakatı” ve KÖH lideri Öcalan'ın tutsak edilmesinden sonra çok geçmeden BAAS iktidarında önemli bir değişiklik oldu. Baba Hafız Esad öldü, yerine oğlu Beşar Esad geçti. Beşar Esad'ın yüzü, yönetime gelişinin ilk yıllarında, hep “Batı”ya yani emperyalist devletlere dönük oldu. İlk dış gezilerinden birinin Moskova'ya değil, 2002'de Londra'ya yapılmış olması da buna işaret ediyor. Erdoğan ve dinci faşist iktidarla ilişkileri ise, 2008'de birlikte tatil yapacak kadar ileri gitmişti. Esad, aynı zaman diliminde önce Fransa'ya, ardından Moskova'ya gidecekti.

BAAS iktidarının bu politikasındaki değişimin arkasında, çeşitli yollardan sermaye biriktirip gittikçe palazlanan burjuva sınıfın olduğundan kuşku yok. Çünkü sermaye sınıfı ancak emperyalist sermaye ile ilişki içinde gelişip egemenliğini pekiştirebilirdi. Esad'ın “liberal iktisat politikaları”na yönelmesi, ülke topraklarını emperyalist sermayeye açması da bunun sonucuydu. Bu politikalar Suriye işçi sınıfı ve emekçilerinde derin bir yoksullaşmaya yol açtı. Sermayenin biriktiği yerde yoksulluğun da birikmesi kaçınılmazdı.

2011'de başlayan savaşın ABD-Fransa-Britanya-NATO ve Ortadoğu'daki (Batı Asya) gerici Arap devletleri ile Türkiye tarafından örgütlenmiş karşı devrimci bir savaş olduğundan kuşku yok. Ancak bu ne kadar gerçek bir olgu ise, sahaya sürülen dinci faşist çetelerin Suriye'de belli bir kitle desteği buldukları da bir gerçektir. Emperyalist ülkelerin, gerici Arap ülkelerinin ve Türkiye'nin istihbarat servislerinin dünyanın dört bir tarafından topladıkları dinci faşist çetelerin varlığını unutmadan, bu çetelerin Suriye'nin çeşitli bölgelerinde az çok bir kitle desteği bulduklarını söylemek yanlış değil. İdlib, Hama, Humus, dinci faşist çetelerin kitle desteği buldukları yerlerin başında geliyor. Bu desteği din-mezhep ayrımından kaynaklandığını açıklamak işin kolayına gitmektir. Böyle bir ayrımın etkisi olmakla birlikte işin esası, yokluk, yoksulluk, sömürü, devletteki bozulma vb. etkenlere duyulan tepkidir.

Bu kitle desteğinin arkasında Türkiye istihbarat servislerinin her türlü desteğini arkasına alan “Müslüman Kardeşler” çetesinin Suriye'de on yıllar süren faaliyetinin etkisi olduğunu da biliyoruz. 1982'de Hama ve Humus'ta gerçekleştirilen karşı devrimci ayaklanmalar; 1986'da Şam'da onlarca kişinin ölümüne yol açan bombalama eylemleri bu çetelerin faaliyetlerinin sonuçlarından bazılarıdır.

ABD-NATO ve diğer emperyalistler, gerici Arap devletleri ve Türkiye, 2011'de karşı devrimci bir savaş örgütlerken, işte bu temele dayanıyorlardı. Şunu rahatlıkla ileri sürebiliriz: Esad, 2008 Ağustos'unda Erdoğan ile aile tatili yaparken Türk istihbarat servisleri, üç yıl sonra kanlı bir savaş için sahaya sürülecek dinci faşist çeteleri hazırlıyorlardı. 2011 kanlı karşı-devrimci savaşı bir günde hazırlanmış değil. Aynı şekilde her yerde pıtrak gibi ortaya çıkan silahlı ve iyi örgütlenmiş dinci faşist çeteler bir ay ya da bir yılda bu savaş kapasitesini edinmiş değiller. Böyle bir organizasyon için az çok uzun bir sürenin gerektiği açık.

Emperyalistler, Esad ve yönetimine tam ilhakı dayatarak, boyun eğip teslim olmasını istediler. Esad ve yönetimin temel kadroları bunu reddettiler ve savaşarak emperyalist planlara karşı koyma yolunu seçtiler. Bu, Suriye işçi sınıfı, komünist güçleri ve emekçi sınıfları tarafından izlenmesi gereken bir yoldu; izlendi de. Ancak komünistler ve işçi sınıfı emperyalistlere, dinci faşistlere karşı savaşa girerken, işçi sınıfının bağımsız sınıf çıkarlarını burjuva sınıfın çıkarları içinde eritmeden bu politikalarını hayata geçirmekle yükümlüler. Aynı ayrım çizgisi, dünya komünist partileri ve devrimci güçleri için de geçerlidir. Komünistler, bu savaşta Suriye burjuvazisi karşısında, proletaryanın bağımsız sınıf çıkarlarını koruyarak ve kendi güçlerine dayanarak yer alabilirlerdi. Tıpkı Bolşeviklerin Kornilov'a karşı savaşırken, aynı düşmana karşı savaşan Kerensky güçlerinden ayrı bir şekilde hareket ederek proletaryanın bağımsız sınıf çıkarlarını korumaları gibi.

Burjuva toplumda “kişisel çıkar”, aynı anlama gelmek üzere “özel çıkar” bir ilkedir. Her burjuva önce kendi özel çıkarının peşine koşar ve her koşulda bu çıkarların gerçekleşmesi için çalışır. Savaş koşullarında bu durum değişmez ya da bir burjuva “yurdu” için kişisel çıkarını feda etmez. Aksine, bir burjuva savaşın çıkaracağı koşullardan en üst düzeyde yararlanmaya bakar. Suriye'de uzun yıllar süren savaş boyunca burjuvazi bu ilkeden şaşmadı. İşçi sınıfı ve emekçi kitleler bizzat burjuva sınıf tarafından yoğun biçimde sömürüldü; açlık ve yoksulluk içinde bırakıldı. Savaşın maddi ve moral yükünü burjuva sınıf değil, işçi sınıfı, emekçiler ve yoksul kitleler çekti. Uzun yıllar süren savaşta işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin maddi yıkımı, savaş yorgunluğu ve moral düşüklüğünün kitlerle sıkı bağ içindeki erleri etkilememesi düşünülemezdi. Ordu dahil devletin üst bürokrasisinde yer alan kimi kadroların burjuva sınıfla ilişkileri, bu kesimdeki çürüme ve yozlaşmaya duyulan tepki ordunun savaşma istek, arzu ve iradesini kırmıştı.

Savaşmak istemeyen bir orduya kimse yardım edemez. Bu anlamda, Rusya ve/veya İran'ın “Suriye'yi sattığı” iddiası kasıtlı bir yalan değilse, derinlerde yatan “Rus düşmanlığı”nın sonucu olabilir ancak. Ne Rusya'nın ne de İran'ın Suriye'yi pazarlık konusu yapmakta ya da “satmakta” hiçbir çıkarları yoktu. Aksine, Suriye'nin siyonist İsrail ile Türkiye'nin, dolayısıyla ABD, NATO ve diğer emperyalistlerin avuçları içine düşmesinden en zararlı çıkan işte bu iki devlettir. Ama bir kez daha yinelemek durumundayız: Savaşmak istemeyen bir orduya kimse yardım edemez; buna Rusya ve İran dahil.

Kuşkusuz, Suriye'nin yıkılmasıyla ortaya çıkan tablodan en büyük zararı, Filistin, Lübnan, Hizbullah, Rusya ve İran ile Kürt halkı gördü. Ancak, süreç bitmek bir yana henüz yeni başlıyor.



V- Rojava Tehlikede

Bu noktada, ayrı bir başlık açıp kısaca da olsa Rojava üzerinde durmak gerekiyor. Çünkü Rojava konusu, sosyal şoven parti ve örgütlerin -bir kez daha, bunların başında TKP geliyor- Kürt ulusunun kendi kaderini tayin hakkı savaşında “kendi devletlerinin”, Türkiye'nin yanında durmak için sıklıkla kullandıkları bir konudur. Bu konuda kullandıkları başlıca argüman, Rojava yönetiminin ABD ile ilişkileridir. Türkiye'nin sosyal şoven parti ve örgütleri bu ilişkilere işaret edip ABD'yi bahane ederek Kürt ulusunun özgürlük hakkı için verdiği savaşın karşısına dikiliyorlar.

ABD, gerçekte Rojava Kürt halkının özgürlük mücadelesinin arkasında mı? Bunun teorik olarak böyle olamayacağına; emperyalizmin karakterinin buna izin vermeyeceğine değinmiştik. Şimdi pratik görüntünün arkasındaki gerçek nedir; kısaca ona bakalım.

Pratik görüntü, ABD'nin Rojava silahlı güçlerini yani SDG'yi, tırlar dolusu silahlarla donattığıdır. Gerçek ise, James Jeffrey'in ağzından şöyle itiraf ediliyor:

“YPG'ye, SDG'ye, Türkiye'ye karşı harekete geçmelerine izin verecek herhangi bir silah verdiğimize dair tek bir kanıt var mı? Türk ordusunun Afrin'de ve daha sonra Suriye'nin kuzeydoğusunda YPG'ye yaptıklarına, yapabildiklerine bakın. Türkiye'nin, istese bunu tüm YPG'ye yapamayacağını mı düşünüyorsunuz? Biz onlara makinalı tüfek dışında hiçbir ağır silah vermedik. IŞİD'in El Bab'da Türk ordusuna karşı kullandığı türden, güdümlü tanksavar füzesi gibi silahlar vermedik. Ağır silahlar, toplar vermedik… Etkili bir askeri güçleri yok, Türkiye'ye saldırmaya dönük bir yetkinlikleri de yok, Suriye'nin kuzeydoğusundan Türkiye'ye herhangi bir saldırı düzenlemediler, bu konuya da çok dikkat ettik.”

Bu sözler birer gerçektir; eksiği var, fazlası yok. Bunun böyle olduğuna sahada savaşan, özellikle IŞİD'e karşı savaşan her savaşçı bizzat tanıklık edebilir.

Afrin, Tel Abyad, Serakaniye’nin Türk ordusu tarafından işgallerinin ABD'nin izni, onayı, her türli askeri teknik ve istihbarat desteği ile gerçekleştiği biliniyor. Böyle bir izin, onay ve destek olmadan, Türkiye, toprak işgallerine kalkışmayı aklına bile getiremezdi. Trump'ın Erdoğan'a yazdığı, “akıllı ol, aptal olma” gibi hakaret içeren bir mektup sonucu, işgalin bıçak kesiği gibi durdurulması bu iddianın en büyük kanıtıdır.

“Washington'da hiç kimse Kürtlere Türkiye'ye karşı askeri garanti vermedi.” diyen James Jeffrey, asker çekme konusunda ise şu itiraflarda bulunuyor:

“Asker çekme mi? Asker çekme hiç olmadı? Kuzeydoğu Suriye’deki durum IŞİD’i yendikten sonra oldukça istikrarlı hale geldiğinde, Trump çekilme eğilimindeydi. Her defasında bölgede neden kalmamız gerektiğini anlatmak için beş daha iyi argüman geliştirme kararı aldık ve ikisinde de başarılı olduk. Hikâye bu”

Evet, gerçek olgulardan ibaret olan “hikâye bu” idi ve Kürt halkının özgürlük savaşına karşı tutum alanların akıllarına getirmek, hatırlamak istemedikleri hikâye de bundan başkası değildi.

Şimdi, tıpkı 2019 Ekim ayındaki Serakaniye ve çevresindeki "satış" hikayesinin benzerinin başındayız. Gerçekte “hikâye”, son Suriye savaşın başlangıcında, Kürdistan güçlerinin Halep'ten, Tel Rıfat ve civarından, Fırat'ın batı yakasından Türk ordusu ve emrindeki SMO adı verilen dinci faşist çeteler tarafından çıkarılmalarıyla yazılmaya başlanmıştı. Elbette, HTŞ denen dinci faşist çeteler de bunlarla birlikte. Bütün bu saldırı ve işgal olaylarında ABD'nin izni ve onayı olmasaydı, Türkiye bir adım dahi atamazdı. Trump, bu durumu şöyle izah ediyor:

“Suriye'de yönetimi ele geçirenler Türkiye tarafından kontrol ediliyor. Bu sorun değil. Türkiye çok akıllı. Türkiye çok fazla can kaybı olmadan Suriye'de dostane olmayan bir devralma [mafya dilinde "çökme"] gerçekleştirdi.”

Evet, gerçekten de Rojava topraklarının Türkiye ve onun emrindeki SMO adlı dinci faşist çeteler tarafından işgali, ABD için “sorun değil”di. Neden “sorun” olmadığını Trump, aynı pervasızlıkla şöyle açıklıyor:

“ABD'nin, NATO müttefiki Türkiye ile Suriye'de daha etkili olabileceği" mesajını da veren Donald Trump, bir gazetecinin "Suriye'de bulunan 900 ABD askeri konusunda ne yapacaksınız?" sorusunu, "Bunu yapmanın başka bir yolu olmalı. Bunlardan biri de Türkiye” şeklinde yanıtladı.

Bu, halk arasında yaygın bir tabirle “dangul dungul” adamın fazlasıyla açık sözlü olduğunu kabul etmek gerek. ABD, Suriye'de kendi askeriyle değil, Türk askeri üzerinden “daha etkili” olacak! Türk askeri var ya, ABD askerinin bulunmasına ne gerek var. Üstelik, “Kore Savaşı”ndan biliniyor ki, Türk askerinin maliyeti çok düşük. “Kore savaşı” sırasında yirmi üç sent idi; şimdi olsa olsa birkaç dolara çıkmıştır bu maliyet. Elinde hesap makinasıyla ABD'yi yönetmeye çalışan bu adam, bunu bilmeyecek de neyi bilecek!

Yeni bir satış hikayesinin Tel Rıfat, Halep ve çevresinde yazılmaya başlandığına işaret ettik. Trump'ın sözleri, hikâyenin ikinci Trump döneminde devam edeceğinin işareti kabul edilmeli. Rojava süreci olmuş-bitmiş bir süreç değil. Haliyle, ABD emperyalizminin Rojava'da nasıl bir plan içinde olduğunu görmek için biraz beklemek lazım. Ama şurası kesin, “ABD, Türkiye ile Irak arasında PKK'yı yenilgiye uğratmayı hedefleyen tüm girişimleri destekliyor.” (J. Jeffrey) Türkçesi ABD, Kürt ulusunun özgürlük hakkı için verdiği savaşın tam karşısında.

Şu da bir gerçek: Kürt ulusal kurtuluş hareketi içinde, buna Rojava da dahil, ABD ile iş birliğinden, ittifaktan yana olan bireyler, kesimler, güçler var. Ezilen ulus küçük burjuva-burjuva miliyetçisi bu güçlerin Suriye'de ortaya çıkan ağır yıkımdan sorumluluk taşıyorlar mı? Şüphesiz taşıyorlar ve Kürt halkının şimdi çektiği büyük acılarda bunların payı var. Bununla birlikte, sorunu sadece bu yanıyla görüp bırakmak eksik, dolayısıyla hatalı olur. Suriye'deki ağır yıkımdan ve hem Suriye Arap halkının hem de Kürt halkının çektiği büyük acılardan bu güçler kadar; hatta bunlardan fazlası Esad yönetimindeki BAAS iktidarının sorumluluğu var.

Esad başkanlığındaki Arap milliyetçisi BAAS iktidarının kaskatı kesilmiş şoven ilhakçı tutumu, Kürt ve Arap halklarının mücadele birliği önündeki en büyük engeldi. Rusya'nın, Türkiye ve emrindeki tüm dinci faşist çetelerin girişim ve planlarının bozguna uğratılmasının iki halkın ve diğer ulusal topluluk halklarının her türlü mücadele birliğinden geçtiğini görerek, Esad ile Rojava yönetimini birbirine yakınlaştırmaya çok çalıştığını biliyoruz. Hatta federal bir ülkeyi öngören anayasa taslağı bile hazırladı. Bu başarılamadı. Başarısızlıkta, ABD ile iş birliğinden yana olan küçük burjuva-burjuva ezilen ulus milliyetçilerinin rolü olmakla birlikte, bir iktidar gücü olan Arap milliyetçisi, ilhakçı, şoven BAAS iktidarının politikası belirleyici oldu.

Bir kez daha: Süreç devam ediyor; hiçbir şey olmuş bitmiş değil. Çeteler ve onları himaye eden emperyalist, gerici, faşist devletler kesin zafer ilan etseler de, gerçek böyledir. Son sözü Kürt ve Arap halkları söyleyecek! Yine de gelecek mücadele süreci için çıkarılması gereken önemli dersler var. Bu derslerin başında, Suriye'de olsun Türkiye'de olsun halkların tüm sömürücü güçler üzerindeki zaferinin halkların mücadele birliğinden geçmesi geliyor.

Kürt ulusu kendi kaderini tayin hakkını kendisi kullanacak. Bu konuda komünistlere düşen görev, Kürt ulusunun bu hakkını koşulsuz savunmaktır. Komünistler, sosyal şovenizmin en ufak bir gölgesinin üzerlerine düşmesine izin veremezler. Leninist düşünce ve politikanın ulusal sorundaki temel çizgisi budur.

Taylan Işık