Rojava’da Kürt halkının özgürlük mücadelesinin zafere ulaşması için önünde daha oldukça uzun bir yol olduğunu hemen herkes kabul eder. Hiçbir şey, henüz olmuş bitmiş değil; bu yüzden Rojava devrimcilerinin oldukça dikkatli olmaları gerektiğini, herkesten önce kendilerinin bildiğini düşünüyoruz.
Rojava devriminin önünde hem iç hem de dış tehlikeler duruyor. Devrimin önündeki iç tehlikeler öncelikle sınıf savaşı, sınıfsal ayrışma ve bunların dış uzantılarıyla ilgilidir. Bu yüzden oldukça karmaşık bir konudur. İşin bu yönü şimdilik konumuz dışı.
Biz burada, Rojava devrimini bekleyen dış tehlikeler üzerinde kısaca durmaya çalışacağız. Bu tehlikeler her ne kadar iç tehlikelerle sıkı bir bağ içindeyseler de ana hatlarıyla ele alındığında yine de bir ölçüde ayrıştırmak mümkün.
Herkesin hemen anlayabileceği gibi, dış tehlikelerden söz edilince akla ilk gelen Türkiye’nin işgal ve ilhak tehdididir. Bu tehdit, “Güvenli Bölge” anlaşmasıyla ortadan kalkmamış; aksine daha tehlikeli, yakın ve somut bir hal almaya başlamıştır. Bu yüzden Rojava devrimcilerinin ABD-Türkiye arasında varılan “Güvenli Bölge” anlaşmasını “iyi bir adım” olarak nitelemelerine eleştirel bakmakta yarar var.
Rojava devrimcileri, ABD’nin kendilerine verdiği sözlere güvenerek Türkiye’nin işgal ve ilhak tehlikesinin uzaklaştığını düşünüyorlarsa bunun büyük bir yanılgı olduğunu belirtmek gerekir. ABD’nin sözlerine ne derece güvenilebileceğini, Saddam’ın Kuveyt işgaline teşvik edildikten sonra Irak’a savaş açılmasından ya da Barzani’nin referandumda bölge devletleri karşısında bir anda yalnız bırakmasından biliyoruz. ABD’nin tarihi, her emperyalist devletin olduğu gibi, ihanetler, tuzaklar, arkadan hançerlemeler tarihidir.
Ama bunlar bir yana, Rojava Kürt halkının özgürlük savaşı da buna tanıktır. Bunu bizim değil, KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Besê Hozat’ın sözleriyle gösterelim. KCK’nın görüşlerini yansıttığından şüphe duymadığımız Hozat’ın sözleri şöyle:
“Amerika Türkiye'yi Suriye'nin dizayn edilme sürecine katmak istiyor. İdlip, Efrîn, Bab, Cerablus ve Ezaz'ın Türk devleti tarafından işgal edilmesi de bu planın bir parçasıydı. Şu an Türk devletinin Doğu Suriye'de dengeli bir siyaset yürütmesini istiyor. (Hawar News, 04.09.2019)”
Bu sözlerde fazla bir şey yok ama eklenmesi gereken daha çok şey var. Örneğin, Efrîn işgalinde hedeflerin koordinatlarının Amerikan İncirlik üssünden verildiği biliniyor. Nedeni basit: ABD ile Türkiye’nin Suriye politikasındaki çıkarları büyük oranda örtüşüyor. Suriye’de savaş ve işgal girişiminin ABD, Fransa ve diğer emperyalistlerle birlikte Körfez’in gerici Arap devletleri, İsrail ve Türkiye’nin ortak planı olduğu akıldan çıkarılmamalı. İşlerin bu emperyalist-gerici güçlerin istedikleri gibi gitmemiş olması işin özünü değiştirmiyor.
Nedir işin özü? Kısaca şudur: Başını ABD’nin çektiği emperyalistler ve onların güdümündeki gerici Arap devletleri, İsrail ve Türkiye’yi de aralarına alarak Suriye’de dinci faşist bir iktidarın hüküm süreceği bir karşı-devrim merkezi oluşturmak istediler. Esad bu amaç ve plana uygun değildi. Bu yüzden devrilmeliydi. Türkiye, bu planın en önemli aktörüydü. NATO, dolayısıyla ABD ve diğer emperyalistler, Türkiye’nin omuzları üzerinden Suriye’ye “egemen” olacaklardı. Plan buydu. Planın bozulması, işlerin yolunda gitmemesi, planda bazı değişiklikleri gerektirdi. ABD, amaç ve hedeflerinde özsel bir değişikliğe gitmeden, Türkiye’nin yanı sıra, Rojava güçlerine de dayanmayı hesaba kattı.
Türkiye’nin amacı belli: Rojava topraklarını işgal ve ilhak ederek hem toprak “kazanmak” hem de Kürt halkının özgürlük mücadelesini ezmek. Türkiye’ye göre ABD’yle varılan “Güvenli Bölge” anlaşması, bu amacı gerçekleştirmenin bir kaldıracıdır. Bunun için Türkiye, bu amaca doğru ilk adım olarak, Rojava topraklarına ayak basmak, şöyle ya da böyle askerini sokmak istiyor. RTE, bunu, “hele bir ilk adım gelsin sonrasına bakarız” sözleriyle aslında ağzından kaçırmış oldu.
Bu ilk adımdan sonra, ilkin, “mülteci” kılığında dinci faşist çeteleri yerleştirmek, arkasından bölgenin demografik yapısını değiştirmek üzere, “ikiyüzelli metrekarelik bahçeli evlerde” kendisine bağlı kalacak mültecileri yerleştirmek istiyor. Bunlar, gizli saklı planlar değil; açıkça söylenen amaç ve hedeflerdir.
ABD bütün bu planları biliyor ve bu planlara özünde bir itirazı yok. Dinci faşist çeteleri yıllardır Suriye’de besleyen, örgütleyen, silahlandıran, maaşa bağlayan, halen de bu politikasını sürdüren ABD dinci faşist çetelerin Rojava’ya yerleştirilmesine ilkesel ve stratejik olarak neden karşı olsun? Öte yandan, Türk askerinin Rojava’daki varlığının aslında NATO ve ABD varlığı anlamına geldiğini en iyi bilen ABD’dir. Bu yüzden ABD, Türk askerinin Rojava’daki varlığına gerçekte ilkesel ve stratejik anlamda değil, mevcut dengeler ve zamanlama açısından karşı çıkıyor. Sahne önündeki atışmalar kimseyi yanıltmamalı. Tekelci sermayenin egemenliğindeki bir Türkiye ne ABD’den kopabilir ne de NATO’dan çıkabilir. Bu ikisini ancak tekelci sermayenin egemenliğine ve faşist devletin varlığına son verecek zafere ulaşmış bir birleşik devrim gerçekleştirebilir.
“Güvenli Bölge” anlaşmasıyla ABD, Türkiye’nin Rojava’yı işgal ve ilhakı için gerekli zemini hazırlamış oldu. Bu yüzden tehlike, Rojava devrimcilerinin düşündüğünün aksine ortadan kalkmış değil. Durumu, bizim değil de, UKH’nin sözcülerinin sözleriyle izah edecek olursak şudur:
“Amerika da Türk devleti de kendi çıkarlarına göre hareket ediyor. Türk devleti kazanımları ortadan kaldırmak istiyor. Bütün amaçları budur. Halkımız işgal ve tehlikenin devam ettiğini unutmamalı. Türk devleti Rojava'nın tamamını işgal etmek istiyor. Türk devleti demokratik özerliği ve statüyü ortadan kaldırmak istiyor. Devrimi tasfiye etmek istiyorlar. Halkımız bölge halkları ile güçlü bir ilişki içinde olmalı. Araplarla birlikte kendilerini güçlendirmeliler ve her şeye hazır olmalılar.” (Besê Hozat 04.09.2019)
Türkiye’nin işgal ve ilhak tehlikesini ortadan kaldırmanın yolu, “Güvenli Bölge”ye karşı çıkarak Türki askerinin Rojava’ya ayak basmasını engellemektir. Toprak işgali ve ilhakını temel politika haline getiren Türkiye’nin ayak bastığı yerden kolay kolay çıkmayacağını Irak’taki Başika üssünden ve Suriye’de kuşatıldığı halde boşaltılmayan 9. Gözlem noktasından da biliyoruz.
Rojava yönetimi kısa vadede bu tehlikeyi savuşturmak adına Şam ile müzakerelere başlamayı önerdi. Suriye devletinin ilhakçı ve şoven olduğunu akıldan bir an olsun akıldan çıkarmadan söylemek gerekirse, Şam’la görüşülebilir çünkü en azından şimdilik Şam, Kürt ulusunun özgürlük savaşı üzerine silahla gidebilecek durumda değil. İkincisi, Şam, yine şimdilik, kendi varlık koşulları nedeniyle emperyalistlerle savaşmak zorundadır. Bunlar Kürt ulusunun özgürlük savaşına geniş bir hareket alanı kazandıran koşullardır. Bu yüzden KCK Yürütme Konseyi Eşbaşkanı Besê Hozat’ın dediği gibi;
“Müzakere süreci uzun bir süre önce başlamalıydı, Şam ve özerk yönetimin oturup bu meseleyi tartışmaları ve çözmeleri gerekiyordu. Suriye'nin eskisi gibi olması mümkün değil. Suriye parçalandı. 8 yıldır savaş var. Dünyanın tüm hegemonik güçleri Suriye'de. 8 yıldır Suriye halkları özgürlüklerini istiyor. Şam yönetimi var olan statüyü tanımalı ve özerk yönetimle oturup bu sorunu çözmeli.”
Leninist Parti, Filistin Halk Kurtuluş Cephesi ile birlikte Ağustos ayında yaptığı ortak açıklamayla sorunun bu çözümüne şöyle işaret etmişti.
“Son yıllarda, emperyalist-siyonist ve bölge gericiliği planları doğrultusunda Suriye’yi faşist çetelerin ele geçirmeleri ve iktidarlarını kurmaları için kanlı bir savaş başlatıldı. Ancak Suriye halkları, büyük bir ortak mücadele örneği vererek emperyalist-siyonist-gericilik planlarının hayata geçirilmesine izin vermediler. Bu ortak mücadele sonucunda şimdi tüm işgalciler çekilme noktasına gelmişlerdir.
Kürt ulusunun tam hak eşitliği temelinde demokratik haklarının tanınması Suriye halklarının emperyalizme-siyonizme-gericiliğe ve işgale karşı ortak mücadelesini güçlendirecektir.”
İşgal ve ilhak tehlikesini, geçici de olsa, ortadan kaldırmanın yolu budur; Menbiç’te örneği görüldüğü gibi..