Bir devrimin doğuşunun ve gelişmekte olduğunun sayısız belirtisi olur. Başka bir ifadeyle, devrim doğuşunu ve gelişimini sayısız belirtiyle haber verir. Devrimci kitle hareketinin gelişimi ve süreklilik kazanması, suç ve suçlu oranındaki olağanüstü artış, egemen sınıfın saflarında artan kargaşalık vb. bunlardan bazılarıdır.
Devrim, kaynağını, derin ekonomik ve politik krizden alır; toplumsal çelişkilerde artış ve derinleşme devrimin tüm taraflarında; devrim tarafında olsun, karşı devrim tarafında olsun olağanüstü hareketlenmeye yol açar. Her taraf kendi çıkarlarına uygun çözümün gerçekleşmesi için tüm güçlerini harekete geçirir.
Küçük burjuva uzlaşmacıların hareket biçimi de böyle olur. Dolayısıyla, tersinden söylersek, küçük burjuva uzlaşmacıların olağanüstü hareketlenmesi, devrimin geliştiğinin açık belirtilerinden biridir.
Bunun son örneği, Almanya’nın başkenti Berlin’de “Demokratik Türkiye İçin Toplumsal Sözleşme Arayışı” adıyla yapılan ve adına “konferans” denilen toplantı oldu. Bu toplantıda kimler yoktu ki! HDP’sinden CHP ve Saadet Partisi’ne; oradan çoğu da “Sürgündeki Büyük Adamlar” havasındaki yazar-çizer takımı, akademisyen, sanatçı, profesörlere kadar akla gelebilecek ne kadar uzlaşmacı; burjuvaziyle proletaryanın; ezilen halklarla ezen sınıfların arasını bulmaya hevesli insan varsa hepsi oradaydı.
Çoğu, “Sürgündeki Büyük Adamlar”dan müteşekkil bu kalabalık, iki günlük toplantıdan sonra, “Demokrasi İttifakı”nı kurduklarını ilan ediyorlar. Neyin demokrasisini, kimler için demokrasi istedikleri belli değil. Belli ettikleri tek nokta, müteveffa TKP’den ödünç aldıkları sloganla ifade edilen “Barış İçinde Bir Arada Yaşamak” istedikleridir. Yani gerçekte, faşistlerle, gericilerle, emekçi sınıfları sömüren ve baskı altında tutanlarla, hatta CHP ve Saadet Partisi gibi katliam yapmış, katliamlara katılmış olanlarla bir sorunları yok. Bu uzlaşmacıların tüm derdi, dinci faşist iktidarı, baskı ve terörü hafifletmesi için ikna etmek.
Emekçi sınıfların, ezilen halkların baskı ve sömürüden tam ve kesin kurtuluşlarını sağlamak bir yana, istemek dahi akıllarına gelmiyor. CHP ve Saadet Partisi gibi düzen partileriyle, gerici güçlerle kol kola girdiklerinde; daha doğrusu, emekçi sınıf ve ezilen halkları düzen partilerinin peşine takabilirlerse, egemen sınıfa ve dinci faşist iktidara uzlaşma mesajı verebileceklerini düşünüyorlar. Haksız da değiller. Tekelci sermayenin ve dinci faşist iktidarın bu mesajı aldığından şüphe duyulmamalı.
Ancak sorun şu ki, mevcut somut koşullarda yani devrimci kitle mücadelesinin süreklilik ve yükselme çizgisi içinde olduğu; düzenin tüm çelişkilerinin derinleşip keskinleştiği, kitleleri eski yöntemlerle yönetemez olduğu koşullarda egemen sınıf ve dinci faşist iktidar baskı ve terörü yoğunlaştırmaktan başka yol bulamıyor.
Bu, “konferans”a katılan katılmayan tüm uzlaşmacıların, sosyal reformistlerin ve oportünistlerin çaresizliğidir. Bütün uzlaşma çağrıları, uzatılan “barış çubukları” havada kalıyor; dinci faşist iktidarın tekmeleriyle karşılanıyor. Son örneğini, Selahattin Demirtaş’ın “bize doğru bir adım atarlarsa biz on adım atarız” sözleriyle gönderdiği uzlaşma mesajında gördük. Dinci faşist iktidar, bu uzlaşma mesajını, “Elli üç kişinin öldürülmesinden sorumlu bu kişileri biz bırakamayız” diyerek yanıtladı. Dolmabahçe Masası’nın bir tekmeyle devrilmesi gibi, bu barış çubuğu da tekmeyle karşılandı.
Neden?
Uzlaşmacılara sorarsanız “devlet aklı” doğru çalışmıyor da ondan. Bu yüzden, faşist devlete, dinci faşist iktidara, hatta onun başına akıl vermeye çalışıyorlar. Oysa burjuva sınıfın ve faşist devletin toplum yönetme, sınıf savaşını yürütme deneyimi yüzyıllara dayanıyor. Emekçi sınıflar ve ezilen halklar kurulu düzene saldırı halindeyken baskı ve terörde gevşeme yapamazlardı. Ufak bir gevşemenin, uzlaşmacılar tarafından değil ama, kesin kurtuluş peşindeki kitleler tarafından barajda açılan bir delik olarak kabul edileceğini ve tüm barajın yıkılma riskine girmiş olacağını burjuva sınıf ve faşist devlet gayet iyi bilir.
Uzlaşmacılar çaresizdir. Dinci faşist iktidara ve sermaye sınıfına yaptıkları her uzlaşma çağrısının karşılığı, kıçlarına yedikleri bir tekme oluyor. Ama onlar tekmeleri yedikçe yüzlerini devrime çevireceklerine, düzen saflarına daha çok sığınıyorlar. “Hukuk-yasalar” diye bağırıyorlar. “Bu yaptıklarınızı ne hukukla açıklarsınız ne de hukuk açıklayabilir” diye. Bu dar kafalılar iki noktayı unutuyorlar. Birincisi, hukuk yani anayasa ve yasalar, kendilerini değil, düzeni korumak için varlar. İkincisi, anayasayı, yasaları yorumlamak, onu yazanların değil, okuyanların hiç değil; ama uygulayanların işidir. Anayasa ve yasalar, anayasayı ve yasaları uygulayanları koruyan birer kaledir, kendilerini yazan ve okuyanları değil.
Faşizmden, tekelci sermaye düzeninden değil, yaşamlarını alt-üst edecek bir devrimden korkuyorlar. Devrim, toplumu sarsıp salladıkça, bunlar da, yayıkta sallanan sütte toplaşan yağ tanecikleri gibi, toplaşıyorlar ve kitleleri burjuva muhalefetin peşine takmanın, devrim hedefinden uzaklaştırmanın yollarını arıyorlar.
Neyse ki, adına “konferans” dedikleri toplantıda yapabildikleri tek şeyi kendi ağızlarından dinleyelim: “Türkiye’nin sadece bugününü değil, yarınını, hatta özellikle yarınını konuştuk. ‘Ne yaşıyoruz’un ötesine geçip ‘nasıl yaşamalıyız’ı birlikte hayal ettik.”
Hayal kurarken gözlerini kapayıp el ele tutuşmuşlar mı, bilemiyoruz. Bildiğimiz tek şey “hayal”ler aleminde yaşadıklarıdır.
Devrim ise, tüm engelleri aşarak, kendi yolunda ilerliyor.