ABD ile Türkiye arasında 17 Ekim’de varılan anlaşmayı, herkes, körün fili tarif ettiği biçimde tarif ediyor. Bu bile, tek başına, anlaşmanın ne kadar muğlak, belirsizliklerle dolu olduğunu anlatmaya yeter.
SDG’ye göre, anlaşma sadece bir “ateşkes”ten ibarettir. Türkiye, “bu bir ‘ateşkes’ değil, SDG’nin çekilmesi için savaşa verilen bir ‘mola’ ” diyor. ABD, “anlaşma ateşkes anlaşmasıdır ama ve bu Türkiye’nin zaferidir” diye tarif ediyor. SDG, “anlaşmaya uyacağız” diyor; TEV-DEM, “daha incelemedik, inceleyip ona göre karar vereceğiz” diyor.
Anlaşmaya göre Ekim’in 17’si akşamında “ateşkes” uygulanmaya başlanacaktı ama dinci faşist çetelerin ve Türk ordusunun saldırıları şiddetinden hiç bir şey yitirmeden 18’in sabahında hala devam ediyordu.
Bütün bu karmaşaya rağmen, anlaşmada net olan şeyler de vardı. Bu net olan konuların başında Türkiye’nin NATO’ya, ABD’ye sadakat ve bağlılığıdır. Bu nokta anlaşmada şöyle ifade ediliyor:
“Türkiye ve ABD ‘hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için’ anlayışıyla, NATO topraklarını ve halklarını tüm tehditlere karşı koruma taahhütlerini muhafaza eder.”
“Hepimiz birimiz, birimiz hepimiz için” gibi “üç silahşörlerin” çocuksu ifadelerini bir yana bırakırsak, anlaşmanın bu maddesinde Türkiye’nin NATO topraklarını -bununla birlikte ABD topraklarını- koruma kararlılığı görülüyor.
Bu nokta, Leninist Partinin öteden beri işaret ettiği, ABD ile arasıra ortaya çıkan ağız dalaşlarının -ister danışıklı ister gerçek olsun- önemi olmadığı; Türkiye’nin özel olarak NATO’dan, genel olarak emperyalist-kapitalist sistemden kopuşunun bir devrim sorunu olduğunun teyididir. Bu, bu iki devlet arasında olsun, Türkiye ile başka emperyalist devletler arasında olsun ara sıra görülen ağız dalaşlarına bakıp Türkiye’nin “eksen değiştireceği”, “Avrasya eksenine kayma ihtimali olduğu” vb düşüncesine kapılan darkafalılara bir derstir.
Anlaşmanın bu maddesini, Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığı’nın başındaki Fahrettin Altun’un sözleriyle noktalayalım:
“Amerika Birleşik Devletleri’nin kazanımlarını korumak ve tarihin tekerrür etmemesini sağlamak bizim çıkarımızadır.”
Türkiye, Ortadoğu’da ve elinin uzanabildiği tüm topraklarda ABD ve NATO çıkarlarının bekçisidir. Bu yüzden, Türkiye’yi emperyalist zincirden koparabilmek ancak bir halk devriminin işi olabilir. Bu, devrimci hareketin 70’li yıllarda ezbere bildiği ve tartışmasız herkesin kabul ettiği bir olguydu. Aradan geçen bunca zamandan sonra darkafalılara bunu anlatmak zorunda kalmak acı bir şey ama elden ne gelir ki!
Türkiye’nin emperyalist-kapitalist sistem içindeki bu konumu, ABD’nin Rojava işgaline ışık yakmasının, yani onlara dost olanlara ilk “ihanet”inin nedenidir. Bu anlaşma ise, hedefine ulaşamayacağı anlaşılan “ilk ihanet”i tamamlamak için kotarılan tuzaklı bir “ihanet”tir. Çünkü, güya ABD, Kürt halkının canını kurtarmak için bu “ateşkes”i kotardı. Oysa yaptığı şey, SDG-Suriye anlaşması sonucu ilerleyemeyeceği anlaşılan Türkiye’ye işgal yolunu düzlemektir. İlk “ihanet” öncesinde SDG’ye mevzilerini tahrip ettirerek işgal yolunu düzlemeye çalışmıştı. İkincisinde tuzak kurarak..
Bunun için “Anlaşma”nın son derece net olan bir başka maddesine bakmamız lazım. 10. madde şöyle:
10. Güvenli bölge, evvelemirde Türk Silahlı Kuvvetleri'nin kontrolünde olacak ve her iki taraf, güvenli bölgenin her veçhesiyle uygulanmasında eşgüdümü artıracaktır.
Demek ki, a) “Anlaşma” SDG yetkililerinin eğip bükmeye çalıştığı gibi sadece bir “ateşkes” anlaşması değil, bir “güvenli bölge” anlaşmasıdır. Türkiye’nin, içinde “bahçeli evler” kurabileceği bir “güvenli bölge”. b) Bu “güvenli bölge”, “evvelemirde” yani her şeyden önce Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kontrolünde olacak. Yani işgal bitmek bir yana, SDG’nin de kabul ettiği bu anlaşmayla genişleyecek ve kalıcı hale gelecek.
SDG komutanı, “bu daha başlangıç” diye açıkladı ama kendileri açısından neyin “başlangıcı” olduğunu açıklamadı. Biz bunu bilmesek de, Türkiye için bunun henüz bir başlangıç olduğu kesin. RTE, aylar öncesinde, “hele biz bir adım atalım, sonrasına bakarız” demişti. Eğer anlaşma hayata geçerse -ki bu çok zayıf bir ihtimal- Türkiye ilk adımı attı, şimdi “sonrasına bakacak”, yani işgal topraklarını nasıl genişleteceğini planlayacak.
Neyse ki, devrimci Kürt güçlerinde gerçeği/kurulan tuzağı görenlerin olduğunu da görüyoruz. Bir örnek şöyle:
“Türk devleti ve ona bağlı çetelerin Kuzey ve Doğu Suriye’ye yönelik işgal saldırıları uluslararası bir planın parçasıydı. Sahadaki direniş ve bu direnişin ortaya çıkardığı baskı ile Trump ve Erdoğan yeni bir ‘anlaşmayla’ işgalin başka türlü yürütülmesi için bir ara süreç oluşturdu.” (ANHA NEWS, HEVÎ HESEN, 18.10.2019)
Umarız ki, Rojava devrimci güçleri gördükleri bu tuzağa düşmeyecekleri adımları atarlar.
Taylan Işık
18.10.2019