Şaşırtıcı gibi oldu ama gerçekte normal bir gelişmeydi. Barajın arkasında o kadar su birikmişti ki, bir delik açılmaz, suyun basıncı az da olsa düşürülmez ise barajın tümden yıkılma tehlikesi gündeme gelecekti. Bu tehlike, oluşması için gerekli tüm koşullar olgunlaştığı için, halen var. İktidar, bir kurbanla, ki olayımızda bu S. Soylu’dan başkası değil, bu tehlikeyi atlatabileceğini düşündü; emekçi sınıfların önüne bir kurbanlık attı.
Ancak böyle “kurban” atarak gaz alma politikasının barajda bir çatlak oluşması anlamına geleceği düşünülmüş olmalı ki, karardan vazgeçildi ve SS’nin görevine devam etmesi kararı verildi.
Bu konuda olası yanılsamalara baştan dikkat çekmek için şu noktanın altını çizmek gerekir: SS’nin istifası, tek başına, sokağa çıkma yasağından dolayı değil, bir birikimin sonucudur. Sokağa çıkma yasağında yaşanan kaos, bardağı taşıran son damla oldu; o kadar. İstifa kararı, istifanın kabul edilmemesi, SS’nin görevine dönmesi; bunların hepsi dinci faşist iktidar saflarında kargaşanın, keşmekeşin, dağınıklığın, kararsızlığın, ne yapacağını bilememenin artarak hüküm sürdüğünü gösteriyor. Önümüzdeki günlerde, haftalarda bu tür olaylarla daha sık karşılaşacağımızı bilmekte yarar var.
Sokağa çıkma yasağında yaşanan kaos, dinci faşist iktidarın başındaki adam başta olmak üzere tüm dinci faşist iktidarın beceriksizliğinin, çaresizliğinin, dağınıklığının, ne yapacağını bilmez haldeliğin bir sonucuydu. Bir anlık bir kararın değil, bütün bir sürecin geldiği doruk noktaydı. Bu süreçte biriken toplumsal öfke, kızgınlık, isyancı ruh halinin basıncı bu son olayla birlikte dinci faşist iktidar için ürkütücü noktaya ulaşmıştı.
Yapmaya çalıştıkları sadece RTE’yi kurtarma operasyonu değil; ama RTE ile birlikte tüm düzeni kurtarma operasyonudur. Bir devrimin önüne geçme operasyonudur. Bir yandan bir günah keçisi yaratarak sonra tüm günahları yüklenmiş bu keçiyi kitlelerin önüne kurban olarak atarak bunu yapmaya çalışıyorlar ama öbür yandan bu politikanın barajda bir çatlak oluşturacağı korkusuyla yaşıyorlar.
Devlet Bahçeli’nin sözleri buna büyük bir açıklık getiriyor; o sözler şöyle: “Böylesi kırılgan bir dönemde İçişleri Bakanı sayın Süleyman Soylu’nun istifa niyeti sürdürülen mücadele ruhunu sekteye uğratma riski taşımaktadır. (....) Türkiye her alanda çok yoğun ve sıcak bir mücadelenin içindedir”
Evet, Türkiye, tekelci sermaye egemenliği ve dinci faşist iktidar, “böylesi kırılgan bir dönem”den geçiyor ve “her alanda çok yoğun ve sıcak bir mücadelenin içinde”dir. Basıncı azaltmak için de olsa barajda delik açma “sürdürülen mücadele ruhunu sekteye uğratma riski taşımaktadır”; bunu göze alamadıklarını, kararsız, ikircikli, ne yapacağını bilemez halde olduklarını gösterdiler.
Ama gelecekte, devrimin baskısının gücüne bağlı olarak bu “riski” göze almayacakları anlamına gelmez. “Ne yapacaklarını bilemez haldeler” dememizin nedeni de, anlamı da budur. Asıl olanı, sınıf egemenliğini, burjuva düzeni kurtarmak için feda etmeyecekleri ne bakan ne de hükümet vardır.
Dolayısıyla şimdi, emekçi sınıfların, işçi sınıfının devrimci öncülerinin hükümetten birilerinin istifası ya da tüm hükümetin istifası gibi talepler öne sürmesi büyük ve tarihi bir hata olacaktır. Yakın tarihte örneğini pek çok kez gördüğümüz gibi, tekelci sermaye sınıfı, düzeni, egemenliğini kurtarmak için tüm hükümeti feda etmeye hazırdır. Düne kadar, “dik duran reis” görünümü çizen RTE’nin, bir kaç saatliğine ve tereddütlü de olsa, ilk defa böyle kurban verme politikasına yönelmesi bunu gösteriyor.*
Emekçi sınıfların, proletaryanın devrim hakkı, bir celladın yerini bir başka celladın alacağı, bir burjuva hükümetin yerine bir başka burjuva hükümeti geçirecek bir taleple değiştirilemez. Bir halk ayaklanmasının tam ortasında henüz bulunmadığımız bugünün koşullarında (ve üstelik böyle bir talep ancak Geçici Devrim Hükümeti hazırlıklarıyla birlikte ele alınabilir) “hükümet istifa” talebi tam da bu anlama geliyor. Sosyal reformist partiler, uzlaşmacı kesimler, liberaller emekçi sınıfların, yoksul kitlelerin, ezilen halkların devrim hakkını bir tas çorbaya değişmek için, şimdiden kolları sıvamış durumdalar. Proletaryanın, emekçi sınıfların, yoksulların, ezilen halkların devrim hakkı bir tas çorbaya, günlük geçici başarılara feda edilemez; edilmemeli. Bu konuda sınıf bilinçli devrimci öncü işçilere, devrimci güçlere tarihsel bir sorumluluk düşüyor.
Bütün bu çatışmanın, kargaşanın, kitlelerin çaresizliğinin, öfkesinin ortasından bir devrim doğuyor. Bir devrim üstümüze üstümüze geliyor. Bloomberg “Bu Pandemi Toplumsal Devrimlere Yol Açacak” sözleriyle dünya burjuvazisini uyarıyor, devrimi önlemek için “populism” yani populist politikalara yönelmelerini öneriyor.
Ancak bu akıl sadece Bloomberg ve yazarlarına mahsus değil; dünya burjuvazisi bunu çok daha iyi biliyor ve yapabilseydi çoktan yapardı. Şu kadarını söyleyelim: Emekle sermaye, proletarya ile burjuvazi, zenginler ile yoksullar arasındaki sınıf savaşı kaçınılmaz biçimde son mantığına, zirve noktasına varacak. Bu zirve noktasının adı toplumsal devrimdir. Bu toplumsal devrim, kapitalist üretim biçiminin bütün bir tarihsel gelişimi tarafından hazırlanmış ve bugün pratik bir olguya dönüşmüştür.
Ama biz konumuza dönelim.
Bir devrimin doğmakta olduğu konusunda burjuva dünyada uyarı üstüne uyarı yapıldığına göre, proletaryanın devrimci öncülerinin, devrim güçlerinin bir devrimin yaklaşmakta olduğunu tespit etmeleri artık çok şey ifade etmez oldu. Şimdi şu soruya yanıt verme zamanı: Devrimde zaferi göze alacak mıyız? Bu soruya verilecek olumlu yanıt somut hazırlıkları gerektirir.
Somut hazırlık denince genellikle akla örgütlenme, silahlanma vb vb faaliyetler gelir. Bunlar hiç kuşkusuz son derece yakıcı ve birincil görevlerdir. Ama biz bunun ötesinde, gelişecek devrime yukardan müdahaleden, devrimden öğrendiklerimize karşılık devrime bir şeyler öğretmekten; devrimde zaferi göze almaktan sözediyoruz.
Devrimde zaferi göze almak, halk ayaklanmasını sonuna kadar, burjuva egemenliğin, bu egemenliğin dayandığı devlet makinasının yıkılacağı noktaya kadar götürmeyi göze almaktır. Halk ayaklanması ya da devrim, kararlı devrimci güçlerin önderliğinde bu noktaya gelebilir; kendiliğinden değil. Haziran Halk Ayaklanması bu konuda yaşamsal derslerle doludur. Ayaklanmanın önderliğini ele geçirenlerin uzlaşmacı, teslimiyetçi politikaları ayaklanmanın hedefine ulaşmadan çok önce sönmesine yol açtı. Oysa kitlelerin ne derece kararlı olduğunu bütün dünya gördü.
Devrimin öncü güçlerinin ayaklanmada ya da devrimde zaferi göze almaları, her şeyden önce yıkılacak burjuva hükümetin yerine nasıl bir hükümetin geleceğini; böyle bir hükümeti oluşturmaya hazır olduklarını, böyle bir hükümetin hemen, işin başından itibaren hangi devrimci önlemlere başvuracağını kitlelere açıkça açıklamalarını gerektirir. Devrimin öncü güçleri böyle bir zamanda devrimin otoritesi olarak davranmaya ve bunu kabul ettirmeye hazır olmalılar. Bu hazırlık önceden yapılırsa başarı mümkün olur.
Nesnel olarak, sayısız çatışmanın, çelişkinin, çarpışmanın üst üste gelmesinden, üst üste binmesinden, yoğunlaşmasından doğacak bir devrime yukardan müdahale etmek; zaferi göze almak, sonuna kadar gitmek budur.
Bloomberg’in dünya burjuvazisine yaptığı uyarıyla söylersek: “Bu pandemi toplumsal devrimlere yol açacak.”
Devrimde zaferi göze alırsak ve hazırlıklarına vakit geçirmeden başlarsak zafer bizim olacak!