Dünkü köşemizde ordu-polis-yargı-zindandan oluşan omurganın devlet denen aygıtı taşıdığını; gerçekte devletin esas olarak bu aygıtlardan ibaret olduğunu anlatmaya çalışmıştık. Burada ordu-polisi (ordu-polis) biçiminde düşünmek daha doğru olur. Böylece devletin üç saçayağı olduğu görülür: (ordu-polis)-yargı-zindan. Bu üç saçayağından biri kırılırsa devlet denen baskı ve zor aygıtı çöker ya da dağılmaya başlar.
Zindanların burjuva egemenlik sisteminde işte böyle önemli bir yeri var. Zindanlar bu zincirin son halkasıdır. Zindanlar olmadan yargının hiç bir anlamı olmaz. Asker ve polis olmadan da yargı işlevini yerine getiremez.
Peki zindanların asıl, gerçek işlevi nedir? İlk bakışta, yargının kararına uygun olarak tutsakların özgürlüklerinden yoksun bırakılması denebilir. Elbette zindanların böyle bir işlevi var ama bu ilk bakış, zindanların asıl işlevini kavramaktan uzak.
Zindanların asıl işlevi irade kırmaktır. Kimlik yoketmedir ve bunlarla birlikte teslim almadır. İradesi kırılan tutsak her türlü kişiliksizliğe açık hale gelir ve çok geçmeden teslim olur. Bundan sonrası ise dipsiz uçurumdur. Türkiye ve Kürdistan devrim tarihi ve bununla koşut giden zindanlar tarihi bu konuda zengin deneyimlerle doludur.
12 Eylül faşizminin zindanlara ve devrimci tutsaklara yönelik politikasının temel çizgisi işte bu irade kırma ve giderek teslim alma politikasıydı. Hazrolda bekletmek, istiklal marşını okutmak, yemek duası yaptırmak, tek tip elbise giydirmek, sıfır numara saç kestirmek gibi daha sayısız kural bu amaçla getirilmişti.
Faşist devletin bu politikası, dönemin koşullarına göre biçimsel/niceliksel farklılıklar gösterse de, özünde hep aynı kalmıştır. Günümüzde tekrar şiddetlenen baskı ve terörün, hasta tutsakları ölüme terk etme, değişik yasak ve cezalandırmalardaki artış, devrimci tutsakları teslim alabilmek için faşist devletin bir kez daha çabalarını yoğunlaştıracağının işareti olarak kabul edilmeli.
Söylemeye gerek yok, devrimci tutsaklar, Türkiye ve Kürdistan zindanlarında dünya tarihinde eşine az rastlanır bir mücadeleyle, kırk yıldan uzun bir süredir faşist devletin bu politikasını boşa çıkarıyor.
Burada amacımız devrimci tutsakların mücadele tarihini anlatmak değil. Ancak buraya kadar ortaya koyulanlardan şu basit gerçek hemen göze çarpıyor: Faşist devletin saldırıları, koşullara bağlı olarak, dönem dönem şiddetleniyor ve devrimci tutsaklar bu saldırıları püskürtmek için güçlü direnişlere tekrar tekrar başvurmak zorunda kalıyorlar.
Üzerinde durulması gereken nokta şudur: Devrimci tutsaklar, koşulları gereği, çoğunlukla, saldırıları püskürtmek ve yaşam koşullarını iyileştirmek eksenli bir mücadele yürütüyorlar. Peki dışardaki örgütlü devrimci güçlerin, emekçilerin soruna yaklaşımı aynı şekilde mi olmalı. Yani mücadelenin hedefi, devrimci tutsakların yaşam koşullarını iyileştirmek ve saldırıları püskürtmelerine yardım etmek mi olmalı?
Böyle bir anlayış, kısır bir döngüye yol açar ki, bugüne kadar süregelen tüm deneyim bunu kanıtlıyor.
Yapılması gereken, yolun ortasında buluşmak isteyen iki kişiden birinin yolun solundan ötekinin sağından orta noktaya doğru ilerlemesidir.
Devrimci tutsaklar, irade kırma ve teslim alma politikalarına karşı mücadele ederken, devrimci güçler ve emekçi sınıflar zindanların yıkılması ve tutsakların özgürleştirilmesi hedefini en başa alan bir mücadele yürütmeliler. Kısır döngü ancak böyle kırılabilir.
Zindanların yıkılması ve tutsakların özgürleştirilmesinin temel ve birincil hedef olarak işçi ve emekçi sınıflarda, ezilen halklarda derin ve sağlam bir bilinç haline getirilirse kalıcı bir sonuç alınabilir.
Şüphesiz, zindanların yıkılması-tutsakların özgürleştirilmesi mücadelesi bir devrim mücadelesidir. Yukarıda da izah ettik, devletin sacayaklarından biri olan zindanların emekçi sınıfların saldırılarıyla yıkılması, hem devletin çökmesi, dağılmaya başlaması hem de bir devrimin pratik biçimde başlamış olduğu anlamına gelir.
Şöyle bir itiraz gelebilir: Devrimci tutsakların durumu ne zaman gerçekleşeceği belirsiz bir devrime mi terk edilmeli? Bu dar kafalı bir itirazdır.
Çünkü, zindanları yıkmak-tutsakları özgürleştirmek amaçlı bir bilinç, istek ve mücadele kitleler arasında ne kadar güçlü, pratik ve güncel bir biçim haline gelirse devrimci tutsakların yaşam koşulları o derece iyileşir; onlara yönelik saldırılar da o derece püskürtülür. Devrimci tutsaklar üzerinde baskı ve şiddetin en hafiflediği dönemler devrimci mücadelenin, sınıf savaşının en güçlü olduğu dönemlerdir.
Lenin’in “Reformlar uğruna mücadele -burada, devrimci tutsakların yaşam koşullarının iyileştirilmesi- devrim mücadelesinin yan ürünü olarak ele alınmalıdır” şeklindeki sözlerini daha pratik nasıl anlatabiliriz!
İlk yazı için tıklayınız