“Babam dünyayı değiştirdi”... Böyle demiş George Floyd’un altı yaşındaki kızı. Babasının ölüm acısıyla dolan küçücük yüreği ona bir dünya olayını en derinden kavrama sezgisi kazandırmış.
“Nefes alamıyorum” dedikten sonra George Floyd’un yerde kalan cansız bedeni bardağı taşıran son damla oldu. Amerika’nın her ulusal topluluktan ezilen halkları, yoksulları ayağa kalktılar ve Amerikan tarihine yeni bir dönüm noktası koydular.
Dokuz gündür süren ve hala devam etmekte olan ayaklanmayı yazmayan bir Amerikan tarihi, bundan böyle, eksik bir tarih olacak.
Amerika’da “bardak doluydu” ve taşması için sadece bir damla yetecekti. Şayet böyle olmasaydı siyah bir adamın beyaz bir polis tarafından katledilmesi Amerika’yı baştan sona tutuşturan bir kıvılcıma dönüşmezdi. Nitekim, George Floyd ırkçı beyaz polisler tarafından katledilen ilk siyah da değildi.
Amerika’nın neden tutuşmaya hazır bir bozkıra dönüştüğünü anlamak için şu bir kaç rakama bakmak yetecek.
Minnesota kentinde 2018’de yapılan bir araştırmaya göre, “siyah bir ailenin geliri yıllık 36 bin dolar. Beyaz bir ailenin geliri 83 bin dolar. Fark 47 bin. Siyahların yüzde 25’i kendi evinde otururken bu oran beyazlarda yüzde 76. İşsizlik beyazlarda yüzde 4, siyahlarda yüzde 10.” Üstelik Minnesota kenti, ABD’de, ırkçılığın nispeten az olduğu, hoşgörülü bir kent olarak bilinir.
Ayaklanmanın böyle bilinen bir kentte başlamış olması, sadece bir eyalet ya da kentte değil, Amerika’nın bütününde, baskı ve sömürüye, kapitalist düzene karşı, nasıl bir öfkenin biriktiğini gösteriyor.
Sonuçta, ayaklanmanın şiddeti, Amerikan emperyalizminin en azılı şahsiyetlerinde bile derin bir korkuya yol açtı.
Önce Afganistan, arkasından Irak’ı kan denizine çeviren G.W. Bush, babasının bu sarsak oğlu, ayaklanmanın şiddeti karşısında korkudan, “barış meleği”postuna bürünmek zorunda kaldı. Bu kanlı katil bile şöyle konuşmak zorunda kaldı:
“Birçok Afro-Amerikalı, özellikle genç Afro-Amerikalı erkeklerin kendi ülkelerinde taciz ve tehdit edilmeleri şok edici bir fiyasko olmaya devam ediyor. Kendimizi gerçek bir ışık altında görmenin tek yolu, acı ve kahır çekenlerin seslerini dinlemek.”
Irak’ın işgalinde Amerikan deniz piyadelerinin başındaki general Jim Mattis, Trump’ın bizzat “kuduz köpek” lakabı taktığı bu adam, devleti, amerikan burjuvazisini “Ülkedeki krizlere verilecek siyasi yanıtın askerileştirilmesinin asker ile toplum arasında çatışmaya zemin” hazırlayacağı için “Ulusal muhafızları devreye sokmayın” diye uyarıyor. Türkçesi, “şimdi değil, işler ‘inceldiği yerden kopsun’ noktasına geldiğinde ulusal muhafızları, orduyu ayaklanmacılara karşı kullanın” demeye getiriyor.
Ayaklanma nasıl bastırılmalı? Amerikan burjuvazisinin sorusu bu. Soru bir tane ama yanıtlar birden fazla.
Amerikan burjuvazisinin bir kısmı, “kuzu postuna” bürünüp sessiz kalarak ayaklanmacıları yatıştırmayı öneriyor. Yukarda G.W.Bush ve Jim Mattis örneğinde gösterdiğimiz gibi.
Bir diğer kısmı ise, din, aile, düzen, mülkiyet, kanun adına ayaklanmanın şiddetle bastırılmasından yana. Elinde İncil kilisenin önünde poz verirken dinin; “yağma başlarsa ateş de başlar” sözüyle mülkiyet ve düzenin koruyucusu kesilen Trump, bu ikinci kesimin cisimleşmiş hali olarak karşımıza çıkıyor.
Ayaklanmanın şiddeti, en azından şimdilik, Amerikan burjuvazisini ikiye bölmüş durumda.
Ulusal Muhafızlar’ın yani ordunun ayaklanmacılar karşısında “diz çökmüş” görüntüleri, generallerin, şimdilik, birinci görüşten yana olduklarını; “ateş” vaktinin gelmediğini düşündüklerini gösteriyor.
Bunun geçici, ayaklanmanın seyrine bağlı olarak değişecek bir politika olduğundan kuşku yok. İşler kopma noktasına geldiğinde bugün “diz çöken” Ulusal Muhafızlar”ın büyük bir acımasızlık ve kıyıcılıkla ayaklanmayı bastırmaya çalışacaklarından kimse şüphe etmesin. Başarıp başaramayacakları ise ayrı bir konudur ve o günün koşullarına bağlıdır.
Amiyene tabirle söyleyelim “biz bu filmi daha önce görmüştük.” 1995 Gazi isyanında örneğin, polisin varlığının isyancıları daha da öfkelendireceğini gören devlet, polisi geri çekerek askeri devreye sokmuş, isyancıları bu şekilde yatıştırma yolunu seçmişti. 70’li yılların o devrimci günlerinde bu yönteme çok sık rastlamıştık.
“Diz çöken Ulusal Muhafızlar” Amerikan burjuvazisinin korkusunu yansıtmakla beraber, gerçekte, ayaklanmanın önündeki barikattır. Bu barikatın aşılması, ayaklanmacılardaki öfkenin şiddetine ve ayaklanmacıların kararlılığına bağlıdır.
Nasıl sonuçlanırsa sonuçlansın, şimdiye kadar yaratmış olduğu etkiyle bu ayaklanma, gelecekteki ayaklanmalar için güçlü bir temel, sağlam bir miras bırakmış oldu.