Dinci faşist iktidarın emekçi sınıflar ve ezilen halklar üzerindeki baskı ve terörü artıkça çeşitli politik güçler, doğal olarak, demokrasi mücadelesi sorununu tekrar tekrar toplumun gündemine getiriyorlar.
Ya da daha doğru bir ifadeyle, demokrasi sorunu, çözülmek üzere, kendini toplumun önüne koyuyor.
Neden böyle?
Çünkü genel olarak faşizm, bizim özelimizde dinci faşist iktidar, bütün hakları teker teker ya da toplu biçimde ortadan kaldırırken aynı zamanda geniş halk kitlelerinde demokratik özlemlere yol açıyor; özgürlük isteğini güçlendiriyor, kitlelerde demokratik esinler uyandırıyor; faşizme ve onun arkasındaki sınıfsal güçlere karşı mücadele isteğini artıyor.
Türkiye ve Kürdistan şiddetli bir iç savaştan geçiyor. Her savaş gibi iç savaş da hakların yerine doğrudan ve sınırsız şiddeti geçirir.
Bu gerçeği her gün yaşıyoruz. Hakların yerine doğrudan ve sınırsız şiddetin nasıl geçirildiğini günlük olaylarla, gözlerimizle görüyoruz. Köpekli işkence resimlerinin bizzat polis güçleri tarafından servis edilmesi, savcıların köpekli işkenceye maruz bırakılan yurttaşı, herşey normal sürecinde yürümüş gibi, tutuklamak istemesi, mahkemenin savcıyla aynı frekansta hareket etmesi hakların yerine doğrudan ve sınırsız şiddetin nasıl geçtiğine dair sadece küçük birer örnektir.
Hakların yerine doğrudan ve sınırsız şiddetin nasıl geçtiğine dair son bir örnek, avukat kitlesinin Barolar Birliği ile ilgili yasanın değiştirilmesine karşı yaptıkları eylem sırasında görüldü. Eylemler dizisi, hakların değil zorun, şiddetin, geçerli olduğunu en yalın haliyle, yerlerde sürüklenen, coplanan, biber gazından nefes alamaz durumdaki avukatlarda gördük.
Peki bu durumda devrimci güçler nasıl bir yol izlemeli? Sorunun püf noktası burada.
Sosyal reformistler, uzlaşmacılar, liberaller bu noktadan hareketle, kitlelere hak ve özgürlükler için mücadeleyi başa almak gerektiğini, ortadan kaldırılan ve kaldırılmak istenen hak ve özgürlüklerinin korunması ve tekrar tekrar elde edilmesini günün, anın başlıca mücadele hedefi olarak bayrağa yazılmasını vaaz ederler.
Bu saydığımız güç ve politik akımlar, böyle böyle “demokrasinin” elde edileceğini, kitlelerin bu mücadele içinde eğitileceğini ve buradan sosyalizme varılacağını düşünürler. Bunun sonucu geldikleri nokta, “demokrasi güçlerinin en geniş birliği” adına CHP, hatta İYİP denen faşist kırması partiyle ittifak hayalleridir.
Küçük burjuva uzlaşmacı parti bu hayallerde başı çekiyor. İşte bir örnek:
“Artık kimse kapalı kapılar ardında HDP ile ittifak görüşmeleri yapmayacak, yapamayacak. Halkımız bunu kabul etmiyor. Halkımız, şeffaf, açık bir ittifak istiyor. Bunun için kapımız bütün muhalefet partilerine açıktır. Gelecek olan, bizimle ittifak yapacak olan bütün muhalefet partilerine kapımız açıktır.”
Kim bu “muhalefet partileri”? Kestirmeden söylersek, AKP-MHP dışındaki tüm burjuva partiler. Elbette bunlara, açıkça ifade etme cesareti gösterilmese de, Ahmet Davudoğlu’nun partisiyle, Ali Babacan’nın partisi, Sivas katliamı organizatörlerinden Temel Karamollaoğlu’nun partisi dahildir.
Burada bir parantez açarak gözlerden saklanan bir noktaya dikkat çekmek yerinde olacak. Burjuva partilerle, dolayısıyla burjuvaziyle bu uzlaşmacı politika, sadece ön planda görülen Eş Başkanlara ait değil. Böyle düşünmek onlara haksızlık etmek olur. Çünkü bu politika iki Eş Başkanın kafasından çıkmış, onların uydurduğu bir politika değil. Hayır, bu politika uzlaşmacı partinin içinde yer alıp da kendilerini arka planda tutan bütün siyasi yapılara ait bir politikadır. Onların katıldığı parti organlarının kararlaştırdığı politik çizgidir.
Başka bir ifadeyle ve daha doğrudan ifade etmek gerekirse, uzlaşmacı küçük burjuva parti içinde yer alan tüm siyasi yapı, hareket ya da partiler yukarda saydığımız burjuva gerici/faşist partilerle ittifak yapmayı savunuyorlar. Kestaneleri ateşten Eş Başkanlara aldırmaları gerçeği değiştirmez. Bunları tek tek saymayacağız. Sınıf bilinçli işçiler, devrimci güçler, gençlik bunların kimler olduğunu rahatlıkla öğrenebilir.
Bu, uzlaşmacılığın, sosyal reformizmin, oportünizmin düştüğü utanç verici noktadır. Devrim ve iktidar mücadelesini bilinmez bir tarihe ertelemenin kişiyi getirdiği ve getireceği nokta budur.
Devrimci komünistler bunun tam tersini düşünürler. Sorunun hem nedeni hem de kaynağı “hak eksikliği” değil, tekelci kapitalizmin ve tekelci kapitalist sınıf egemenliğinin kendisidir.
Dolayısıyla, demokrasi mücadelesi, bir “hak ve özgürlükler” mücadelesi değil, burjuva düzeni, tekelci kapitalist egemenliği, faşist devletle birlikte ortadan kaldıracak bir devrim mücadelesi olmak zorundadır.
Bu devrim mücadelesinde burjuva partiler, emekçi sınıfların, ezilen halkların, devrim güçlerinin “demokrasi müttefiki” değil, olsa olsa savaşılacak düşmanları olabilirler.
Emekçi sınıfların, ezilen halkların mücadelesi “burjuva demokrasisi”ni elde etme hedefine bağlanamaz. Dünyanın her yerinde ve tarih boyunca burjuva demokrasisi faşizmin kuluçka yatağı olagelmiştir. Kaldı ki, Türkiye’de burjuva demokrasisi hiç bir zaman yaşanmadı.
İster burjuva demokrasisi için olsun, ister siyasi gericilik için olsun, faşizme karşı mücadelede kitleler bu hedefleri göstermek, tekelci sermaye sınıfına kusursuz hizmettir.
Bize sosyalizmin yolunu açacak olan şey, devrimci demokrasidir, halk demokrasisidir. İşçi sınıfı, emekçiler, ezilen halklar bu demokraside eğitimlerini tamamlayarak sosyalizme doğru yürüyecekler.
Müttefiklerimiz, tekelci sermaye egemenliğini, faşist devleti bir devrimle yıkıp iktidarı ele geçirmeyi birinci, temel hedef olarak önlerine koyan güçler olacak.
İşçi sınıfının, emekçilerin, ezilen halkların çıkarlarına bağlı kalmanın yolu budur; çizgisi budur.