Ayasofya, Danıştay kararıyla, İslamcıların ibadetine açıldı ya, bir zafer, bir bayram havası ki, sormayın gitsin.
Zafer kime karşı kazanılmıştı? Belli değil. Emperyalist devletlere karşı mı? Ne ABD’nin, ne Almanya’nın, ne Fransa ve İngiltere’nin tındıkları var. “Endişeliyiz, hayal kırıklığına uğradık, dünya mirası korunmalı” gibi yavanlıklarla geçiştirdiler. Kiliseler, ayıp olmasın kabilinden, bir takım açıklamalar yapıyorlar.
Herkesin bir beklentisi var. Diyanet İşleri Başkanı “bir mektep ve bir medrese olsun” istiyor Ayasofya’nın içinde. Kiliseler, “ziyarete açık olsun” istiyorlar. Hepsi bu.
Sosyal reformistler, liberaller “laiklik yok ediliyor” diye öfkeliler; sanki Türkiye laik bir devletmiş gibi. Bu dar kafalılara, geçerken hatırlatalım, Türkiye, tarihinin hiç bir döneminde “laik” olmadı; hep bir din devletiydi.
Ordu, “peygamber ocağı” olageldi hep. Zindanlar ve polis örgütü, İslamcı dincilerin yuvası olageldiler hep. Devletin diğer tüm kurumlarında İslam dini ayrıcalıklı ve dokunulmazdı.
Elbette emperyalistlerin desteği ile. Humeyni’nin Fransa’dan İran’a naklinden önce, Erbakan, 1972’de 12 Mart askeri faşist darbesinin generalleri tarafından İsviçre’den Türkiye’ye dinci bir parti kurmak üzere getirildi. Ordunun, “peygamber ocağı”nın laikliği buydu işte.
Olmayan bir şey ortadan kaldırılamazdı. İçinde zaten namaz kılınan Ayasofya’nın müzeden Cami’ye çevirilmesinin laikliğin ortadan kaldırılmasıyla ilgisi yoktu. Sosyal reformistler, liberaller, küçük burjuva uzlaşmacılar havaya kurşun sıkıyorlar.
Yine de dinci faşist iktidarın, onunla birlikte tüm dinci/faşist gericiliğin, karşı-devrim cephesinin böyle bir adıma ihtiyacı vardı. İhtiyaç, olmayan laikliğin ortadan kaldırılması değil, karşı-devrim cephesinin kitle gücünün motive edilmesi, moda kavramla söylersek “konsolide” edilmesi, bir arada tutulup sağlamlaştırılmasıydı.
Bu ihtiyaç şurdan doğuyordu: Dinci faşist iktidarın arkasındaki kitle desteği, dolayısıyla, karşı-devrim cephesinin sivil cephesi, özellikle son aylarda hızla eriyordu. Bu erime gözle görülür, elle tutulur bir noktaya gelmişti.
Bu erimeyi her politik güç, kendi ideolojisinin, politikasının içeriğine göre yorumluyordu. Sosyal reformistler, uzlaşmacılar, liberaller, bu gelişmeyi dinci faşist iktidarın ilk seçimde yıkılacağına yorumluyordu. Kimisi, yine seçimlerle bağlantılı biçimde, dinci faşist iktidarın karşısındaki ittifakı çözme hamlesi olarak yorumluyordu.
Oysa gerçek bambaşkaydı. Tekelci sermaye sınıfı, faşist devlet ve dinci faşist iktidar uzun süredir iç savaşın çok daha kanlı geçecek aşamalarına hazırlık yapıyorlardı. Bu hazırlık herkesin gözü önünde, milislerin hazırlanması, silahlandırılması, bekçi kuvvetinin yaratılması, televizyon kanallarından tehditlerin savrulması, işkencenin, işkence resimleri bizzat polis tarafından servis edilecek şekilde, alenileştirilmesi, vb vb biçiminde yapılıyor.
Tüm bunlara rağmen dinci faşist iktidar, karşı-devrim kitlesindeki erimeyi, birleşik devrim cephesinde ise ayaklanma havasının güçlenmesini durduramadı. Ne işkenceler, ne tehditler, ne milis biçiminde dinci faşist kitlenin silahlandırılıp hazırlanması işe yaradı. Karşı-devrim saflarında erime, birleşik devrim saflarında ayaklanma havası sürüyor.
Dinci faşist kitleyi toparlayacak bir adım gerekiyordu. Ayasofya’nın Dinayet İşleri Başkanlığı’na devredilecek şekilde Cami’ye çevrilmesi kararı işte böyle bir adım olarak düşünüldü.
Emperyalistlerin bu adıma bir itirazları yoktu. Zevahiri kurtarma babında, laf olsun kabilinden bir kaç “endişeliyiz” açıklamasından başka bir tepki gelmedi. Bir telefonla Rahip Brunson’ı zindandan çıkartan “dini bütün Trump” dut yemiş bülbüle döndü. Gazeteci Deniz Yücel’i bir görüşmeyle zindandan çekip alan Merkel, üç maymunları oynadı vb vb.
Karşı-devrim cephesinin içerdeki politik tarafları, bırakalım itiraz etmeyi, bu adımdan son derece memnunlardı. İşte kısa bir şeçki:
Devlet Bahçeli: “MHP, Danıştayın kararından ziyadesiyle memnun, mesut ve mutmaindir. Bugün tarihi bir gün olarak tezahür etmiştir”;
Ahmet Davutoğlu: “Ayasofya’nın ibadete açılması, on yıllardır beklenen özlemin gerçeğe dönüşmesidir. İktidar ve muhalefetin takındıkları sorumlu tavır takdire şayandır”
Temel Karamollaoğlu: “Danıştay kararını takdirle karşılıyorum. Bu, milletimizin uzun yıllardır var olan arzusu yönünde alınmış bir karardır”
Ali Babacan: “Ayasofya’nın ibadete açılması hayırlı olsun.”
Bu son üçlü, sosyal reformistlerimizin, küçük burjuva uzlaşmacıların yeni potansiyel “demokrasi” müttefikleri.
Peki, bu adım karşı-devrim cephesinin, onun cisimleşmiş hali olarak, dinci faşist iktidarın amacını hasıl eder mi?
Edemez, etmeyecek! On binlerce camiye bir cami daha eklenmesi sınıf savaşında, iç savaşta hiç bir sonuç yaratmaz.
Karşı-devrim cephesinin kitle gücündeki erimeye yol açan şey cami eksikliği ya da başka bir dinin sembollerine saldırı azlığı değil, ekonomik ve politik krizin yoksul kitleleri, emekçi sınıfları, ezilen halkları sürekli devrim saflarına itmesidir. İşsizliktir, açlıktır, sefalettir. Tekelci kapitalist düzenin yıkıcı bunalımıdır.
Ayasofya sığınağında bunlara çare yok.